Saturday, February 23, 2008

ROMAN JAKOBSON

rus asıllı abd’li dilbilimci roman jakobson 1896 yılında moskova’da doğmuş ve 1982 yılında boston’da hayatını kaybetmiştir. moskova üniversitesi’nde slav filolojisi ve karşılaştırmalı dilbilim alanında eğitim görmüştür. öğrencilik yıllarında bazı araştırmacılarla (bu araştırmacılar ileride “rus biçimcileri” olarak adlandırılacaktır) bağlantı kurup onlarla birlikte çalışmaya başlamıştır.1915’te moskova dilbilim çevresi’nin kurulmasına katkıda bulunmuştur. 1920’de prag’a yerleştikten sonra şiir dili (çek şiiri üstüne,1923) ve islav dillerinin karşılaştırmalı sesbilgisi (rusça’nın sesbilimsel evrimi üstüne açıklamalar, 1929) konularında çalışmıştır.1926 yılında prag dilbilim çevresi’nin kuruluşuna katılıp 1938’e kadar bu dilbilim kuruluşunun başkan yardımcılığını yapmıştır. 1938’de danimarka’ya yerleşmiş ve yeni kurulmuş olan kopenhag dilbilim çevresi üyeleriyle bağlantı kurmuştur. daha sonra norveç’e gidip çocuk dili, sözyitimi ve genel ses yasaları (1941) adlı yapıtını yayımlamıştır.1941 yılında abd’ye gitmiştir. önce new york’ta daha sonra harvard üniversitesi’nde dersler vermiştir. 1957’den itibaren de massachusetts ınstitute of technology’de dersler vermiştir.araştırmalarını bilim dalları arasında çeşitli ilişkiler kurarak sürdürmüş olan jakobson, dilbilimin birçok alanına ilişkin çalışmalar yapmıştır:* sesbilim (ikincilik kuramı)* ruhdilbilim (çocuğun dili edinmesi ve sözyitimi sorunları)* bildirişim kavramı ile dilin yapısı arasındaki bağıntılar (dilsel işlevler kuramı)* şiir dilinin incelenmesiinceleme, araştırma, çözümleme türünden çok sayıdaki yazılarının en önemlileri 4 ciltte toplanmıştır:ı. ı. phonological studies (sesbilimsel incelemeler)ıı. ıı. world and language (dünya ve dil)ııı. ııı. the poetry of grammer and the grammer’s of poetry (dilbilgisinin şiiri ve şiirin dilbisi)ıv. ıv. slavic epic studies (slav destan incelemeleri)“çevirinin dilsel görünümü” (1966) adlı makalesinde dilbilim ile çeviri arasındaki ilişkiyi inceler. sözsel bir göstergenin “verbal sign” (sözlü işaret), 3 değişik biçimde yorumlanabileceğini belirtir. ona göre eğer dilsel işaretler, aynı dilin göstergeleriyle yorumlanıyorsa diller arası (interlingual); dilsel olmayan veya dil dışı sistemlerin göstergeleriyle yorumlanıyorsa göstergeler arası (intersemiotic) çeviri yapılıyor demektir. ahmet mithat efendi’nin “henüz on yedi yaşında”(1881) romanının osmanlı türkçesi’nden türkiye türkçesi’ne aktarılması, diliçi (intralingual) çeviridir.orhan pamuk’un “kara kitap” (1990) romanının türkçe’den ingilizce’ye çevrilmesi, diller arası (interlingual) çeviridir.barış pirhasan’ın, bilge karasu’nun kaynak dili türkçe olan öyküsünü okuması, öyküden esinlenerek erek dili farklı ingilizce bir senaryo yazması ve sürecin sonunda bu senaryodan aynı erek dil sistemi içinde kalarak görsel bir metin oluşturması, hem diller arası (interlingual) hem de göstergelerarası (intersemiotic) bir çeviri yapıldığını gösterir.jakobson çeviride eşdeğerliliğin olamayacağına inanır. makalesinde, 3 tip çeviride (özellikle de diller arası çeviride) kaynak metin ve erek metin arasında tam bir eşdeğerliliğin olamayacağını belirtir. çevrilemezlik (untranslatability) kavramını gündeme getirmiştir. ona göre çeviri, bir edebiyat metninden sinemaya, dansa, resme veya müziğe yapılan göstergelerarası kaydırmadır. (intersemiotic transposition)

rus asıllı abd’li dilbilimci roman jakobson 1896 yılında moskova’da doğmuş ve 1982 yılında boston’da hayatını kaybetmiştir. moskova üniversitesi’nde slav filolojisi ve karşılaştırmalı dilbilim alanında eğitim görmüştür. öğrencilik yıllarında bazı araştırmacılarla (bu araştırmacılar ileride “rus biçimcileri” olarak adlandırılacaktır) bağlantı kurup onlarla birlikte çalışmaya başlamıştır.1915’te moskova dilbilim çevresi’nin kurulmasına katkıda bulunmuştur. 1920’de prag’a yerleştikten sonra şiir dili (çek şiiri üstüne,1923) ve islav dillerinin karşılaştırmalı sesbilgisi (rusça’nın sesbilimsel evrimi üstüne açıklamalar, 1929) konularında çalışmıştır.1926 yılında prag dilbilim çevresi’nin kuruluşuna katılıp 1938’e kadar bu dilbilim kuruluşunun başkan yardımcılığını yapmıştır. 1938’de danimarka’ya yerleşmiş ve yeni kurulmuş olan kopenhag dilbilim çevresi üyeleriyle bağlantı kurmuştur. daha sonra norveç’e gidip çocuk dili, sözyitimi ve genel ses yasaları (1941) adlı yapıtını yayımlamıştır.1941 yılında abd’ye gitmiştir. önce new york’ta daha sonra harvard üniversitesi’nde dersler vermiştir. 1957’den itibaren de massachusetts ınstitute of technology’de dersler vermiştir.araştırmalarını bilim dalları arasında çeşitli ilişkiler kurarak sürdürmüş olan jakobson, dilbilimin birçok alanına ilişkin çalışmalar yapmıştır:* sesbilim (ikincilik kuramı)* ruhdilbilim (çocuğun dili edinmesi ve sözyitimi sorunları)* bildirişim kavramı ile dilin yapısı arasındaki bağıntılar (dilsel işlevler kuramı)* şiir dilinin incelenmesiinceleme, araştırma, çözümleme türünden çok sayıdaki yazılarının en önemlileri 4 ciltte toplanmıştır:ı. ı. phonological studies (sesbilimsel incelemeler)ıı. ıı. world and language (dünya ve dil)ııı. ııı. the poetry of grammer and the grammer’s of poetry (dilbilgisinin şiiri ve şiirin dilbisi)ıv. ıv. slavic epic studies (slav destan incelemeleri)“çevirinin dilsel görünümü” (1966) adlı makalesinde dilbilim ile çeviri arasındaki ilişkiyi inceler. sözsel bir göstergenin “verbal sign” (sözlü işaret), 3 değişik biçimde yorumlanabileceğini belirtir. ona göre eğer dilsel işaretler, aynı dilin göstergeleriyle yorumlanıyorsa diller arası (interlingual); dilsel olmayan veya dil dışı sistemlerin göstergeleriyle yorumlanıyorsa göstergeler arası (intersemiotic) çeviri yapılıyor demektir. ahmet mithat efendi’nin “henüz on yedi yaşında”(1881) romanının osmanlı türkçesi’nden türkiye türkçesi’ne aktarılması, diliçi (intralingual) çeviridir.orhan pamuk’un “kara kitap” (1990) romanının türkçe’den ingilizce’ye çevrilmesi, diller arası (interlingual) çeviridir.barış pirhasan’ın, bilge karasu’nun kaynak dili türkçe olan öyküsünü okuması, öyküden esinlenerek erek dili farklı ingilizce bir senaryo yazması ve sürecin sonunda bu senaryodan aynı erek dil sistemi içinde kalarak görsel bir metin oluşturması, hem diller arası (interlingual) hem de göstergelerarası (intersemiotic) bir çeviri yapıldığını gösterir.jakobson çeviride eşdeğerliliğin olamayacağına inanır. makalesinde, 3 tip çeviride (özellikle de diller arası çeviride) kaynak metin ve erek metin arasında tam bir eşdeğerliliğin olamayacağını belirtir. çevrilemezlik (untranslatability) kavramını gündeme getirmiştir. ona göre çeviri, bir edebiyat metninden sinemaya, dansa, resme veya müziğe yapılan göstergelerarası kaydırmadır. (intersemiotic transposition)
işlevsel dilbilimin önde gelen kuramcılarındandır. rusya’dan ayrılarak prag üniversitesi’nde öğretim üyeliği yaptığı sırada prag dilbilim çevresini katılır. saussure’ün açtığı yolda ilerleyen bu çevre , dilbilimcinin her zaman işlevi göz önüne alması ve her olguyu yer aldığı dizgeye bağlaması gerektiğini;bir öğenin işlevi ancak bu düzlemde kavranabileceği için de eşsüremsel çözümlemenin zorunlu olduğunu savunurlar.( tahsin yücel/yapısalcılık sf.34)prag dilbilim çevresine sonradan katılan 3 rus göçmen; n.s. trubetzkoy, r. jakobson ve s.korcevkiy’in bu etkinliğe büyük katkıları olur. turbetzkoy sesbilimi kurup geliştirenlerin başında yer alır. jakobson çevreyle rusya’da yazın ve dil araştırmalarına yeni bir soluk getirmiş olan biçimcilik akımı arasında bir köprü kurar.prag dilbilim çevresinin dilbilime en büyük katkısı saussure’ün bile olanaksız gördüğü bir işin üstesinden gelerek sözsel yani bireysel sesleri incelemekten öteye geçmeyen sesbilgisini aşmış ve dilsel sesleri inceleyen sesbilimi kurmuş olmasıdır.dildeki sesler dizge içinde ayırıcı bir işlev gerçekleştirdikleri oranda dilbilimin kapsamına girerler ve bu düzlemde iki bireysel göstereni birbirinin karşıtı durumuna getirmezler. bu görüşten yola çıkılarak birbiriyle tümden özdeşleşmeyen 2 sesin aynı sesbilimsel birimin sesbilgisel gerçekleşimleri mi yoksa birbirinden ayrı 2 sesbilimsel birim mi olduğu belirtilmiştir. tüm dilbilim araştırmalarına ışık tutacak bir sonuç,örnek nitelikte bir yöntemsel aşamadır bu: dilbilimsel birimlerin belirginlik ve geçerlilik kazanabilmeleri için ayırıcı bir değer taşımaları gerekmektedir artık. yapı kavramını da ilk kez prag dilbilim çevresi üyeleri getirdikleri ya da geliştirdikleri ilkelerin yalnızca ses birimlerine değil, dilin tüm bölümlerine uygulanabileceğini söylerler.prag dilbilim çevresi’nin en üretken üyelerinden birisi olan roman jakobson ‘un aynı doğrultuda sürdürdüğü çalışmaları, özellikle de sesbilime, çocuk dili ve söz yitimine, değişik genel dilbilim sorunlarına ilişkin yayınları yapısalcılığın en verimli ve en esinleyici damarlarından birini oluşturur.saussure tekil nesne ya da olgularla dizge ya da yapı arasında ki karşıtlığı ortaya koymak için dil/söz karşıtlığı getirmişti. jakobson’da aynı ihtiyaçla izge/bildiri karşıtlığını getirir.yapısal dilbilimin oluşmasına büyük katkıda bulunmuş, yapısalcılığın değişik alanlara yayılmasını sağlayan çalışmalar yapmıştır. 1939’da abd’ye göç ettikten sonra çok yönlü etkinliklerde bulunmuş dilbilimi olduğu gibi yazınbilim,bildirişim kuramını, sinir dilbilimi yeni doğrultulara yönelten araştırmalar yapmıştır.dilin çağdaş dilbilimciyi ilgilendiren bir başka yönü de bildirilen iletilme sürecidir. bu konuda jakobson’un geliştirdiği çizge hemen herkesçe benimsenir. 1960 yılında yayımlanan “linguistics and poetics” adlı yazısında her türlü sözel iletişimin oluşturucu etkenleri konusunda kısaca bilgi vermek amacıyla “gönderici alıcıya bir bildiri gönderir.bir sonuç sağlanabilmesi için bildirinin göndermede bulunduğu bir bağlam( buna biraz bulanık bir terimle gönderge de denilir) alıcı tarafından kavranabilecek sözel ya da sözelleştirilebilir bir bağlam bulunması gerekir; sonra bildiri, tümüyle ya da bir ölçüde, hem gönderici, hem alıcı ( ya da başka terimlerle bildirinin izgeleyicisi ve çözüsü için) ortak bir izge gerektirir; son olarak bildiri bir değinim, gönderici ile alıcı arasında fiziksel bir oluk ve ruhbilimsel bir bağıntılama, iletişiöi kurmayı ve sürdürmeyi sağlayan bir değinim gerektirir.” dedikten sonra sözlü iletişimin “birbirinden ayrılmaz” olarak nitelediği öğelerini şu ünlü çizelgeyle gösterir.bağlamgönder .....bildiri.. alıcıdeğinimizgek.bühler’den esinlenerek ele aldığı bildirişim olgusuna ilişkin bu çizelge ile anlam sorunlarına eğilmiştir jakobson anlam sorunlarının kendileri için bir anlam taşımadığını söyleyenlerin savını çok güzel çürütür : “bu kişiler bunu söylerken, ne dediklerini biliyorlarsa anlam sorunu yalnız bu kesinlemeyle bile bir anlam kazanır; ne dediklerini bilmiyorlarsa o zaman da söylediklerinin hiçbir anlamı yok demektir” ( tahsin yücel / yapısalcılık/sf.49)jakobson’a göre , bu çizge başlıca altı işlev içerir :1- coşku işlevi2- çağrı işlevi3- yazınsal işlev (sanat işlevi olarak da adlandırılır)4- ilişki işlevi5- gönderge işlevi6- üstdil işlevijakobson’un bu işlevsel ayrımı dilin iki düzlemini yani sözce ve sözcelem düzlemlerini önemle ele almak gerektiğini gösterir. dilbilim uzun bir süre sözceyi incelemiş, anacak sözcelemeyi göz ardı ermiştir; ama jakobson’un iletişim çizgesinin gösterdiği gibi sözcelem de başlı başına bir inceleme alanıdır. sözün anlamı kadar o sözün nasıl söylendiği de bildirişimsel açıdan önemlidir ve jakobson bunu göstermeyi hedeflemiştir. bildirişim sürecinin çözümlemesi yapılırken işitim imgelerinin vurgu ve tonlaması bildirişimin yorumlanması açısından önemlidir. kısaca jakobson’un açtığı yoldan ilerleyen benveniste dilde nesnel bir söylem yoktur savına ulaşır. dilsel işlevler bildiri ya da söz çevresinde gerçekleşirken aynı bağlamda bu işlevlerin birinden öbürüne geçildiği, bir başka deyişle konuşucunun bunlardan birini ya da diğerini vurguladığı görülür. işte ,dilsel bildirişimi dil dışı bildirişimden ayıran özellikler de bu değişkenlik ve çeşitlilikten kaynaklanır. jakobson özellikle bu işlevlerin aynı anda bir arada bulunabileceğini belirterek yaygın bildirişim örneğinin kuruluğunu gidermiş,esnekleştirerek, sözcelerin anlamının, sürece katılan konuşucu ve dinleyicinin özellikleriyle nasıl biçimlendiğini araştıran bilginlere koşut olarak bildirişim olayının birçok yönünü aydınlatmıştır.sesbilim düzleminde, devimsel eşsürem kavramını geliştirmiş, ortaya attığı ikicilik kuramıyla ses birimleri oluşturan ayırıcı özellikler 12 karşıtlığa indirgemiş; çeşitli dillerdeki sesbirimleri oluşturan ayırıcı özellikler iki öğeli karşıtlıklara indirgenmiş,böylece çok tutumlu bir açıklama yöntemi ortaya çıkmıştır.: “ünlü olan/ ünlü olmayan, ünsüz olan/ünsüz olmayan, titreşimli/titreşimsiz, keskin/boğuk vb.” jakobson ve izleyicilerine göre, bu karşıtlıklarda yer alan ayırıcı özellikler bütün sesbirimlerini tanımlayabilecek yeterliliktedir ve söz konusu ayırıcı özelliklerin tanımladığı sesbirimler çocukta ilk gözlemlenen , sözyitiminde ise en son etkilenen sesbirimlerdir.kaynakça 1 -yücel, tahsin .: yapısalcılık can yayınları 20052 -vardar,prof.dr. berke .: dilbilimin temel kavram ve ilkelerimultılıngual yayınları 20013-vardar,prof.dr. berke açıklamalı dilbilim terimleri sözlüğümultılıngual yayınları 20024-akerson-erkman,fatma .: göstergebilime girişmultılıngual yayınları/20055-güz,nükhet .: etkili iletişim terimleri inkılap yayınları 2002

HUMBOLDT

Wilhelm von Humboldt
Vikipedi, özgür ansiklopedi

Wilhelm von Humboldt
Friedrich Wilhelm Christian Carl Ferdinand von Humboldt, kısaca, Wilhelm von Humboldt, (d. 22 Haziran 1767, Potsdam – ö. 8 Nisan 1835, Tegel). Alman filozof, dilbilimci ve devlet adamı. Berlin Üniversitesi'nin kurucularındandır (bugünkü Humboldt-Universität zu Berlin).
Alman kültür tarihinin, ileriye doğru etkileri olan büyük ve etkin şahsiyetlerinden biri olarak geçer. Benzer bir araştırmacılık güdüsüyle çok yönlü olarak evrensel bilime hizmet etmiş ve kendine ait destansı tarihi olan kardeşi Alexander ile beraraber dikkate alınır. Alexander doğa bilimlerinde (ama sadece bu alanda değil) yeni ufuklar açarken Wilhelm sosyal bilimlerle ilgilenerek sosyal bilimlerin temel esaslarını oluşturmuştur.
ayrıca ilk defa dilin toplum ve kültürle olan ilişkisini vurgulamış,dilin tamamlanmış bir şey olmadığını ve sürekli geliştiğini ileri sürmüştür.

CHARLES HOCKET

III. CHARLES F. HOCKETT'İN ON ALTI EVRENCELİ LİSTESİ
Aşağıda ayrıntılarıyla sunduğumuz madde açıklamalarımızda, ilk paragrafta Hockett'in görüşleri özetlenmekte, daha sonraki paragraflarda ise konuya ilişkin yeni veriler ve farklı görüşler gözden geçirilerek bir değerlendirmeye gidilmektedir.Dil evrenceleri konusundaki kavramlarımızın pekçoğunu Amerikalı antropolog ve dilbilimci Charles F. Hockett'e borçluyuz. Geniş bilgisi ve titiz çalışmalarından ötürü, son yirmi yılın [1981 itibariyle] özellikle etoloji (hayvan davranışları bilimi) alanında getirdiği önemli ek bilgilere karşılık, Hockett'in görüşleri değerini koruyor. Bir sonraki bölümde tartışacağımız evrenceler listesini, Hockett'in üç ayrı yayınından (Hockett, 1958, 1960, 1963) birleştirerek geliştirdim. Madde başlıkları toplu görünümüyle şöyledir:(3)1) Ses aygıtı - işitim aygıtına dayalı oluk (*) (vocal-auditory channel)2) Yayılımcı gönderim - yönlendirici işitim (*) (broadcast transmission and directional reception)3) Hızlı yitim (*) (rapid fading, transitoriness)4) Karşılıklı kullanılabilirlik (interchangeability)5) Özdenetim (*) (total feedback, complete feedback... Lütfen dikkat: "özdenetim" terimini "feedback" karşılığı önermiyorum; bir dil evrencesi olarak "feedback" karşılığı öneriyorum)6) Özelleme (specialization)7) Anlamlılık (semanticity)8) Nedensizlik (arbitrariness)9) Ayrıklık (discreteness)10) Başkalama (displacement)11) Üreticilik, açık sistem olmak (productivity, openness)12) Kültürel geçişlilik (cultural transmission, traditional transmission)13) İkili örüntüleme (*) (duality of patterning)14) Yalanciklama (*) (prevarication)15) Üstdil kullanımı (*) (reflexiveness... Dilbilim terimlerimizden "üstdil" (metalanguage) teriminin burada da kullanılabileceği kanısındayım)16) Öğrenilirlik (learnability)Hockett bu evrencelerden yedisini (4,6,8,10,11,12,13) A Modern Course in Linguistics başlıklı kitabında "insanın doğadaki yeri" konusunda ayrıntılarıyla incelemiş (1958:569-86); daha sonra "dilin evrimi" ile ilgili bir çalışmasında onüç başlık altında (listedeki son üç evrence eksiğiyle) geliştirdiği ikinci bir listeyi (1960); "dilin evrenceleri" başlığı altında yeniden gözden geçirerek toplam onaltı maddeye çıkarmıştır (1963).
IV. KONUŞMA DİLİNİN EVRENCELERİAşağıda ayrıntılarıyla sunduğumuz madde açıklamalarımızda, ilk paragrafta Hockett'in görüşleri özetlenmekte, daha sonraki paragraflarda ise konuya ilişkin yeni veriler ve farklı görüşler gözden geçirilerek değerlendirmeye gidilmektedir.1) Ses Aygıtı - İşitim Aygıtına Dayalı Oluk: Konuşma dilinin belki de en açık seçik biçimde gözlemlenebilir evrencesidir. Konuşma üretiminde bir konuşma aygıtı, duyumlanmada ise bir işitim aygıtı anatomik düzeyde görev üstleniyor. Sistemin iletim oluğu hava tabakasıdır ve gönderimler titreşim dalgaları kimliğinde gerçekleşir.Bu evrencenin insandaki yada bir başka biyolojik türdeki nörolojik dil yeteneğini bağlamayacağı açıktır.(4) Çeşitli ülkelerde yakın zamanlardaki eğilim, doğuştan "sağır/dilsiz" kimselerin (ki, en çarpıcı örneği doğuştan kör ve sağır olan Helen Keller'in dil öğrenmesidir) dil öğrenmekteki ciddi handikaplarına karşılık, yalnızca sağır olarak tanımlanması, "dilsizlik" kavramının reddedilmesi yolundadır (İzbul, 1979:38). "Dilsizlik", konuşma yolu anatomisi yetersizliği veya patolojisi ile de eş tutulamaz. Bu konuda en doğru ölçüt nörolojik yetersizliktir. Bu durum, konuşma dilinin yalnızca fiiziksel ve anatomik yönleriyle tanımlanamayacağı, bilişsel konularla ilgili evrencelerle bağlaşık düşünülmesi gerektiği yolunda kuvvetli bir ipucudur.Nitekim, şempanze ve goril gibi insana en yakın primat türleriyle sürdürülen "dil öğretimi" çalışmalarında (Fouts, 1972, 1974; Gardner ve Gardner, 1969, 1971, 1975; Patterson, 1978; Premack, 1970. 1971a. 1971b, 1971c, 1976; Premack ve Premack, 1972; Rumbaugh ve arkadaşları, 1973; Savage-Rumbaugh ve arkadaşları, 1980; Terrace ve arkadaşları, 1979(5) konuşma ortamında hiçbir ilerleme elde edilemezken, özellikle görsel olukta "şaşırtıcı" DİL becerileri ile karşılaşılmıştır (İzbul, 1979: 38). Lieberman ve arkadaşları (1972), şempanzelerin "konuşma yolu" anatomisinin konuşmaya dayalı bir dil sistemi geliştirmek için fonetik ve akustik açıdan elverişli olmadığını göstermişlerdir. Bu durumda, insansılarda dil yeteneğinin konuşmadan farklı oluklarda gerçekleştirilmiş olabileceği tartışması ön plâna çıkmaktadır. (Hewes, 1973; Falk, 1980; Hockett'in primat çağrı dizgelerinden konuşma diline doğrudan geçiş konusundaki görüşleri için V. Bölüme bknz.; duyum ortamları arası geçiş fizyolojisine ilişkin sorunlar için Davenport ve Rogers, 1970; Geschvvind, 1970) Sözün kısası, ses aygıtı - işitim aygıtına dayalı oluk ilkesi, konuşma dili için kesin bir evrencedir; fakat DİL için bir ölçüt sayılamaz.Kimi biyolojik türlerdeki iletişim örneklerini gözden geçirdiğimizde, diyelim ki ağustos böceklerinde de ses işaretleri gönderimine dayalı davranışlar görürüz (Barry ve arkadaşları, 1965:36). Fakat buradaki belirtke (sinyal) üretimleri, bu amaç için özel olarak evrilmiş bir sesleme aygıtı yoluyla değil, birincil işlevi başka bir göreve hizmet etmek olan kanatların hızla ve sürekli olarak birbirine çırpılmasıyla elde ediliyor.(6) Sosyal böceklerden arılarda (von Frisch, 1967; Wilson, 1971) ve karıncalarda (Wilson, 1971) ise dokunma ve koku duyumlamasına dayalı belirtkeler önplândadır.Özel amaçla, ses üretimi ve işitimi için gelişmiş iki anatomik dizge arasında kalan bir iletişim oluğunun önemli üstünlüğü, öteki organların başka etkinlikler için serbest kalmasındadır. Böyle bir gelişmenin, orman yaşamına uyarlanan primatlar ve âlet yapımı-kullanımına uyarlanan insansılar için temel bir dönüşüm sayılabileceği açıktır. Öte yandan konuşma dilinin insana ulaşan çizgide kazanılmış önemli evrencelerinden pekçoğunun (ikili örüntüleme, üreticilik, hızlı yitim, tam özdenetim gibi) sese dayalı olmayan bir başka bildirişim oluğunda aynı kolaylıkla gerçekleştirilemeyeceği de gösterilebilir.2) Yayılımcı Gönderim - Yönlendirici İşitim: Sese dayalı bir iletişim oluğunda gönderilen bildirimlerin işitim alanı içinde çepeçevre her yönden duyumlanması, ses dalgalarının fiziksel özelliklerinden ileri geliyor. Buna karşılık işitimde ise, çift kulak sistemi ve kafanın boyun omurları üzerinde hareketli oluşu, olağan durumlarda bildirim kaynağının yönünü saptamaya olanak sağlıyor.Sese dayalı iletişim sistemlerinde bu evrenceden dolayı sağlanan üstünlük, gönderim kaynağının ayrıca bir bildirime gerek kalmaksızın yerinin belirtilmekte oluşudur. Diyelim ki bir primat türünce kullanılan yiyecek çağrısı, yalnızca "yiyecek" anlamını iletir; kaynağın yerini ise yönlendirici işitim gösterir. Buna karşılık, iletilen bildirimleri ve bildirim kaynağının yerini dostlar kadar düşmanların da kaydetmesi bu ilkenin zayıf noktasıdır. Doğada genellikle ya en güçlü olanların ya da coğrafî bakımdan yalıtılmış türlerin (deniz aslanları gibi) gürültücü türler olduğu yaygın bir gözlemdir. Nitekim insansılarda, âlet yapımı-kullanımı geliştirilmesiyle yırtıcı hayvanlara karşı korunmanın sağlandığı dönemlere gelininceye kadar iletişim ortamı olarak konuşma dili yerine işaret dilinin tercih edilmiş olabileceği görüşü de bu gözleme dayandırılmaktadır (Kortlandt, 1973).İlgi çekici diğer bir nokta, konuşma dilinin "başkalama" evrencesi ile, bildirim kaynağı uzam (mekân) boyutunda bulunduğu yere göre farklı konumlar ilişkin bildirimlerde de bulunabilmektedir. İnsan dışında primat türleri bu olanaktan yoksundur. (Ancak başkalayabilme özelliği konuşma dili ile sınırlı değildir: Sayfa 04, Evrence No 10, Başkalama maddesine bknz.)3) Hızlı Yitim: Konuşma dilinin bu evrencesi de yine ses dalgalarının fiziksel özelliklerinden kaynaklanıyor. Bildirimlerin duyumlanması, gönderimler süresince işitim alanı içinde bulunulması önkoşuluna dayalıdır. Konuşma dilindeki belirtkeler kalıcı değildir; titreşim dalgaları çepeçevre yayılarak, hızla kaybolur.Hayvanların türdeşleriyle buluşmalarını yada avlarının izlerini sürmelerini sağlayan koku işaretleri -- kimyasal nitelikteki işaretler -- çok daha kalıcıdır. Karınca ve öteki sosyal böcek türlerinde koku işaretleşmesi önplândadır (Wilson, 1971). Vücudun çeşitli dokularınca salgılanan bu tür işaretler hayvanlar âleminde şaşılacak zenginlikte ve yaygınlıktadır. Kalıcı olmalarından dolayı "uzaktan haberleşme" işlevini de karşılayabilen koku işaretleri için çarpıcı bir örneği, bilimsel adı Actias selene olan bir pervane türünde görüyoruz. Dişi pervane uygun bir rüzgârı kullanarak yaydığı koku işaretleriyle erkeğini 10 km'ye ulaşan uzaklıktan cezbedebilmektedir (Barry ve arkadaşları, 1965:37).Ne var ki koku işaretlerinin yayılması hava akımlarıyla bağımlıdır. Oysa titreşim dalgalarının hava tabakasındaki sabit yayılma hızından sağlanan hızlı yitim özelliği, kısa süreli aralıklarla ardarda bildirimler gönderilebilmesine ve iletişim oluğunun sürekli açık tutulmasına olanak tanır. Böylece, birim zaman başına gönderilecek "bit"(7) bilgi miktarı açısından önemli bir üstünlüğü beraberinde getiriyor. Hızlı yitimin bir defada duyumlanma ve anlaşılabilme açısından varolan sakıncası ise, yineleme yada benzeri başka pekiştirme yollarına başvurularak giderilebiliyor. Konuşma dilindeki artıkbildirim(8) olgusu da bu yüzden önemlidir. Öte yandan, yazının ve giderek ses kayıt bandı, film şeridi, video bandı gibi teknolojik olanakların geliştirilmesiyle, konuşma dilinin de kalıcılığının sağlanmış olduğu söylenebilir.----------------------------------------------------3. Türkçe literatürde, bildiğim kadarıyla, ilk defa tarafımızdan önerilmiş yada burada önerilmekte olan terimler (*) işareti ile belirtilmişlerdir.4. Evrencelerin tek ölçütler olarak değil, bağlaşık diziler olarak ele alındıklarında kullanım değeri kazanacaklarına II.3.'de değinmiştik.5. Bu yayınları Hacettepe Üniversitesi Beytepe Kampusu Kütüphanesi ve ODTÜ Kütüphanesinden sağlamak mümkündür.6. İnsanlarda da, ellerin çırpılması ya da ayakların yere vurulması gibi, bu tür sese dayalı fakat konuşma dili dışı iletişim davranışlarına rastlanılmaktadır.7. Bilgileme Kuramında (Information Theory, Shannon ve Weaver, 1949) kullanılan "the bit" karşılığı daha önce önerdiğim karşılığı böylece geri çekmiş oluyorum (2004).8. Burada da, tıpkı yukardaki gibi, aradan geçen yirmibeş yılda yerleşmiş bulunan terimi kabul ederek, daha önceki önerimi geri çekiyorum (2004).





"Nedensizlik" ilkesi ile, sözcüklerin belirli bir geleneğin ürünü olmaları dışında, eldeki biçimleriyle hiçbir sebebe bağlanamayacağı anlatılıyor... Başlangıçta özce kökenli ve doğal yansımalı sayılabilecek sözcüklerin de dile girdikten sonra artık o dilin genel ses değişimi süreçlerine uyum sağladıklarını ve nedensizlik yönünde değişime uğradıklarını dikkate almalıyız. Ü'ürü-üüü ile kok'ko-ri'koko arasındaki sesleme farklılığı, herhalde Türkçe ve İspanyolca konuşulan ülkelerde horozların da farklı diyelekler kullanmasından ileri gelmiyor olsa gerek.4) Karşılıklı Kullanılabilirlik: Patolojik durumlar dışında, konuşma topluluğunun bütün yetişkin üyeleri, dildeki herhangi bir bildirimin ister alıcısı ister göndericisi durumunda olabilir. Fakat örneğin dikenli balık Gasterosteus aculeatus için, erkek ve dişinin döllenme öncesi anlaşma ve iletişim özel davranışlarının karşı tarafça uygulanması, tekrarlanması, yada taklit edilebilmesi sözkonusu değildir. Aynı şekilde, doğada antilopların kükreyeceği ve bunu işiten arslanların tabana kuvvet kaçışacakları bir ortam düşünülemez (Hockett, 1958:578). İnsanda da, ilk bebeklik süresince ana-baba / yavru arasındaki iletişim -- ana-babanın bebeğin taklidini yapmayı seçmedikleri sürece -- karşılıklı kullanılır nitelikli olmayan belirtiler ve tepkiler niteliği taşımaktadır.Bilgileme Kuramı'nda(9) geliştirilen genel bildirişim şemasına (Shannon ve Weaver, 1949:5) dayandırılarak, karşılıklı kullanılabilirlik ilkesi için şöyle bir tanım da verilebilir: Bir bildirişim çevriminde, bildirimlerin kaynağı ve vericisi ile alıcısı ve hedefi olma durumunun, karşılıklı olarak, aynı oluk boyunca ve aynı kodlama sistemi kullanılarak değişmeli yürütülebilmesi...5) Özdenetim: Patolojik durumlar dışında, bildirim kaynağı, göndermekte olduğu bildirimleri eşzamanlı boyutta kendisi de duyumlamakta ve algılamaktadır. Özdenetim, iki önemli işlevi karşılar: Bir yandan, bildirim davranışlarının içe dönük yansıması olarak "düşünme" eylemi ile özdeşlik taşır; öte yandan, bildirimlerin sesleme, sentaks, ve anlam bakımından sürekli denetimine olanak sağlar. Böylelikle yanlışlıklar zaman yitirmeksizin düzeltilebilir, eksiklikler giderilebilir.Bu denetim, bildirimlerin hedefte uyandırdığı tepkilerin ölçülmesine dayalı bir başka iletişim oluğu aracılığıyla da yine eşzamanlı boyutta gerçekleştirilebilirdi; fakat bu organizmanın birden fazla anatomik dizgesini aynı işleve yöneltmesi gibi gereksiz bir yüklemeye yol açardı. Ayrıca, istenen tepki zaman boyutunda bir başka konuma ilişkin olabilir: Özdenetim ilkesi olmaksızın, örneğin "Yarın saat beşte," bildiriminin ertesi gün o saatten önce denetlenebilmesi sözkonusu olamazdı. Tabiî, her bildirimin ardından, "Ne dedim?" sorusu yöneltilmedikçe ya da emir tekrarı istenmedikçe...Konuşma dilinde özdenetim, konuşma organları hareketlerinin hissedilmesi, konuşanın kendi sesini işitmesi, yüz kemikleri titreşimlerinin içkulakta kaydedilmesiyle karmaşık bir duyumlama düzenine dayalıdır. Kişinin kendi sesini bir ses kayıt cihazı aracılığıyla -- yalnızca hava titreşimleri yoluyla -- ilk kez işittiğinde tanımakta güçlük çekmesinin nedeni budur.Öte yandan, biyolojik programlanmaya dayalı iletişimde, mutasyondan kaynaklanan yada patolojik durumlar dışında, iletilerin "yanlış" ya da "eksik" gerçekleşmesi düşünülemez. Bu nedenle de o sistemlerde özdenetim mekanizmasına ayrıca gereksinim duyulmamış olması doğaldır. Konuşma dillerinin özdenetim evrencesinin, sistemin genetik kalıtımlı bir sistem olmayıp, kültürel bir sistem olduğuna kanıt sayılabileceği çıkarsayabileceğimiz bir başka sonuçtur. Nitekim, bir önceki maddede sözü edilen dikenli balık türünde erkek, dişisi için çiftleşme çağrısı niteliği taşıyan kendi parlak kırmızı renkli karnını veya parlak mavi göz rengini kendisi de görmek yahut denetlemek durumunda değildir (Hockett, 1958:571). Oysa konuşma dilinde bildirim kaynağı, göndermekte olduğu bildirimlerin niteliğini ve doğruluğunu, hem öteki duyumları aracılığıyla hedefteki tepkilerini ölçmek, hem de kendi işitimi aracılığıyla doğrudan denetlemek olanağına sahiptir. Doğuştan sağır kimselerin dil öğrenmekte karşılaştıkları güçlükler, özdenetim ilkesinin önemine işaret ediyor.Özdenetim konusu, sibernetik biliminin temel ilgi alanlarından birisini oluşturmakta, bildirimlerin hedefi olan birimden kaynak birime ulaştırılan ve iletimlerin yeterliliği hakkında sürekli bilgi ve denetim olanağı sağlayan geriye sinyalleme sürecini ifade etmektedir.6) Özelleme: Konuşma sırasında sarfolunan enerji, bildirişim dışında herhangi bir amaca yönelik değildir. Fizyolojik anlamda bir başka işlevi karşılamamaktadır. İki kişi arasında kapalı yerde geçecek en "hararetli" tartışmanın bile bulundukları yerin ısı derecesi üzerinde kayda değer bir etki göstermeyecektir. Dişi dikenli balığın (Gasterosteus aculeatus) erkeği için bir aşk çağrısı niteliği taşıyan karnındaki genişleme ise, fizyolojik bir gelişmeden kaynaklanmakta, döllenmeye hazır yumurta birikiminin doğal bir yanürünü olmaktadır. Sıcak bir yaz günü dili bîr karış dışarda soluklanmakta olan köpeğin çıkardığı sesler, bizim için, kendisinin nerede ve ne durumda olduğunu gösteren bir işaret niteliği taşıyabilir. Ancak davranış, böyle bir anlamın aktarılması amacına yönelik olmayıp, fizyolojik bir işleve -- serinlemek gereksinimine -- yanıt vermektedir.Caruso'nun ses titreşimleriyle kristal bardakları kırdığı söylenir. Yunuslar ise "klik-klik" seslerini radar sinyali olarak kullanır. Bunlar sesin, fiziksel bir enerji gücü olarak kullanımına örneklerdir. Ancak, verilen-alınan ses belirtkeleri (sinyalleri) belirli bir etki-tepki ilişkisini harekete geçiren doğrudan bir tetikleme mekanizması kimliği taşımıyorsa (elektrik düğmesini çevirince ampulün ışık vermesi, morötesi ışınların etkisiyle güneşte derinin kararması, gibi) o zaman "özellemeli" bir bildirimle karşı karşıya bulunduğumuzu kabul ederiz. Köpeğin serinlerken çıkardığı sesler bu sebeple bir bildirişim davranışı olarak değerlendirilemez. Hockett'in (1958:578-9} verdiği bir diğer örnek şudur: Sofrayı evdekilerın gözü önünde hazırlamamız, onları sofraya çağıran doğrudan bir belirtke (sinyal) niteliği taşır. Oysa kendilerini, hazırlanışını görmedikleri bir sofraya, "Yemek hazır, sofraya buyurunuz..." gibi sözlerle çağırmışsak, o zaman bu amaçla sese dönüştürülerek sarfolunan enerji özellemeli bir bildirim niteliği taşımaktadır. Hockett (1958:579), işaret ve bildirimlerin özelleme niteliğinin ancak dereceli bir ölçekte değerlendirilebileceğini, insan dilinin özelliğinin ise bu ilkeye yüksek derecede ve yaygın biçimde dayalı oluşunda aranması gerektiğini ayrıca gösteriyor.7) Anlamlılık: Bir önceki maddede saydıklarımızdan, örneğin köpeğin soluklanması, sıcaktan bunalmış olduğu anlamında kendisi tarafından çevresine yöneltilmekte olan bir anlatım değil, sıcaktan bunalmış olma durumunun doğal bir parçasıdır. Konuşma dilinde ise, kullanılan işaretlerle, işaret edilmekte olunanlar arasında, yerine geçme ya da temsil etme ilişkisi sözkonusudur: Belirtilenler ve belirteçleri(10) arasında çağrışım bağlaşıklığı kurulmuştur. Oysa dişi dikenli balığın genişlemiş karnı kendisi dışında bir başka anlam taşımamakta, bir başka şeyi temsil etmemektedir. Gibonların çağrı sisteminde ise, diyelim ki bir tehlike yada yiyecek çığlığı anlamlılık özelliğini taşımaktadır.Hockett'in belirlediği şekliyle "anlamlılık" ve "özelleme" evrenceleri arasında ilk bakışta kayda değer bir farklılığın bulunmadığı, büyük ölçüde çakıştıkları, hatta özdeş oldukları düşünülebilir. Bu görünüm biraz da, verdiği ilk listede (1958: 578-9) her iki evrenceyi de aynı madde başlığı -- özelleme -- altında ele almış olmasında ileri geliyor. Aralarındaki fark şudur: Özelleme evrencesi, işaret niteliği taşıyan davranışın bildirişim amaçlı olup olmaması ayrımını belirlemektedir. Şöyle bir durum düşünelim: Saldırıya hazırlanan bir leoparı farkeden şempanze, bir yandan "tehlike" çığlığını vererek gruptaki öteki türdeşlerini uyarmış, (11) öte yandan kendi canını kurtarmak için en yakın ağaca sıçramıştır. Birinci davranışı, hayvanın kendi canını kurtarma girişimi ile ilgili bir enerji sarfı olmayışı ile özelleme, kendisi dışında bir başka şeyi temsil etmesi ile anlamlılık evrencelerine örnektir. İkinci davranışı ise, leopar tarafından "avının av olduğu", insanlar tarafından "şempanzelerin leoparlardan gelen tehlikeyi tanıdığı" anlamına okunabilmesine karşılık, kendisi dışında bir başka şeyi temsil etmemesi açısından anlamlılık evrencesinden, bildirişim dışında bir amaca hizmet eden bir enerji sarfı olması bakımından ise özelleme evrencesinden yoksundur."Anlamlılık" konusunda alanda gerçekleştirilmiş ilgi çekici bir gözlem Seyfarth ve arkadaşlarından (1980:801-3) geliyor. Buna göre, vervet maymunlarının çağrı sisteminde çevrede kendileri için tehlike oluşturan biyolojik türler için farklı işaretler bulunmaktadır ve bu işaretler anlamlılık ve kültürel geçişlilik ilkelerine dayalıdır. "Tehlike" çağrısının türüne göre, leopar alarmında hayvanlar en yakın ağaca kaçmakta, kartal alarmında bakışlar yukarı çevrilmekte ve saklanılacak uygun bir çalılık aranmakta, yılan alarmında bakışlar çevreyi taramaktadır. Yavrular ise, çevrede rastlanılan yüz kadar biyolojik türden pekçoğu için leopar alarmını vermekte, çeşitli kuşlar için kartal alarmına, yılana benzeyen hertürlü nesne için yılan alarmına başvurmaktadırlar. Tehlike sınıflaması yaş ve deneyimle gelişme göstermektedir. Örneğin yetişkinler, yılanlar arasında yalnızca pitonları dikkate almaktadırlar. Kısacası bu örnekte, çevredeki varlıklarla aralarında kültürel geçişliliğe dayalı olarak çağrışım bağlantısı kurulmuş işaretlerden oluşan bir bildirişim sistemi görmekteyiz.8) Nedensizlik: Bir işaret işlevi(12) bünyesinde, belirteç ile belirtilen arasındaki ilişki kaçınılmaz olabileceği gibi, bütünüyle keyfî, yahut "nedensiz" de olabilir.(13) Konuşma dilindeki kelimelerin hemen tamamına yakını nedensiz tabiatlıdır. Tuz kelimesinin belirteci "tuzlu" değildir; kocaman bir yaratığı temsil eden balina kelimesinin boğumlanması, küçücük bir yaratığı temsil eden mikroorganizma kelimesinin boğumlanmasından daha kısa sürede tamamlanır (Hockett. 1960:90). Fakat örneğin arı dansındaki hareketler, balözü kaynağının mesafesiyle ters orantılı olarak, yakındaysa daha hızlı, uzaktaysa daha yavaştır; dolayısıyla bu işaretleri nedensiz sayamayız. Nedensizlik ilkesinin zayıf yönü, adı üstünde, işaretlerin keyfî olmalarıdır. Buna karşılık, önemi ve değeri, hakkında konuşulabilecek nesne ve kavramları sayıca sonsuz kılmasındadır (Hockett, 1960:90).Güzel bir manzara ile bunun yağlıboya tablosu yada fotoğrafı arasında özce türü(14) (ikonik) bir ilişki sözkonusudur; fakat konuşma dilindeki "manzara" sözcüğü nedensizdir. Aynı biyolojik türün üyeleri olmalarına karşılık, farklı kültürlerde yaşayan insanların değişik diller konuşmakta oluşu, dildeki işaretlerin, kültürel geçişliliğe dayalı bir geleneğin ürünü olmaları yanında, nedensiz tabiatlı oluşuna dayalıdır. Bu gerçeği, dilin ontogenetik kazanımında bulûğ çağıyla bağlaşık bir üst yaş sınırı bulunmasıyla birlikte irdeleyen Hill (1972), bireylerin bu sınırı aştıktan sonra artık belli bir dil topluluğunun üyeleri olarak tanınmaları ve dilediklerince grup ya da kimlik değiştirememeleri gerçeğini konuşma dillerinin önemli bir evrencesi sayıyor.Konuşma dillerindeki "doğal yansımalı" kelimelerin -- şırıl şırıl, patır kütür, gibi -- özce tabiatlı İşaretler sayılması gerektiği görüşü oldukça yaygındır. Ancak, başlangıçta özce kökenli olacağı düşünülebilecek bu tür belirteçlerin de dile girdikten sonra artık dilin genel ses değişimi süreçlerine uyum sağladıklarını ve nedensizlik yönünde değişime uğradıklarını dikkate almalıyız. Ü'ürü-üüü ile kok'ko-ri'koko arasındaki sesleme farklılığı, herhalde Türkçe ve İspanyolca konuşulan ülkelerde horozların da farklı diyelekler kullanmasından ileri gelmiyor olsa gerek.Nedensizlik ilkesinin kapsamlı bir tanımını Lyons (1977:70-1) veriyor: Bildirimlerin üretilmesi yahut algılanması İle ilgili fizyo-psikolojik süreçlere ya da bildirişim oluğunun yapısına dayalı veya bağımlı olmadığı gösterilebilecek hertürlü işaret "nedensiz" (keyfi, arbitrary) sayılmalıdır.----------------------------------------------------9. Bu terim, Information Theory karşılığında tarafımızdan önerilmişti. Kimi çevrelerde işittiğimiz "Bildirişim Teorisi" teriminin Communications Theory, "Bilişim Teorisi" teriminin ise Cognitive Theory karşılığında düşünülmesi yerinde olurdu. [Ama ne yazık ki, terimler konusunda çoğu önerimin yaygınlaşmadığını ve kargaşanın bugüne değin süregeldiğini gördüm ve yaşadım. 2004]10. Bu iki terim, İşaret Bilimi (semiyoloji, semiyotik) teorisindeki signified ve signifier kavramları için Türkçe'de tarafımızdan teklif edilmektedir. Bknz., ayrıca, İzbul, 1980a.11. Hayvanlarda bildirişim amacı, bilinçli kararlara değil, genetik şartlanmaya dayalıdır. Şempanze, çevresinde türdeşleri olsun veya olmasın, aynı işareti verecektir.12. Sign function. Buradaki "işaret işlevi" kavramı için, Eco'dan (1976) esinlenilmiştir.13. Dilbilimdeki nedensizlik ilkesi ile, sözcüklerin belirli bir geleneğin ürünü olmaları dışında, eldeki biçimleriyle hiçbir sebebe bağlanamayacağı anlatılıyor.14. Özce: icon. Charles S. Peirce'in üçlü işaret sınıflaması - symbols, indexes, icons - içinde yer alan bu kavramın karşılığı Türkçe'de tarafımızdan teklif edilmiştir. Bknz., ayrıca, İzbul,

Friday, February 22, 2008

umberto eco

Umberto Eco ( 1932)
Bilim adamı, yazar, edebiyatçı, eleştirmen Umberto Eco, 20 yüzyılın en önemli düşünce adamlarından biridir. Dünya kamuoyunun gündemine, Gülün Adı ve Foucault Sarkacı gibi büyük yankı uyandıran romanlarıyla giren İtalyan yazar, aynı zamanda Ortaçağ estetiği ve göstergebilim dalının yaşayan efsanelerindendir. 1932 yılında doğmuş olan Eco, 1971'den bu yana Bologna Üniversitesi'nde profesör olarak çalışıyor ve yapısalcılık sonrası göstergebilim gelişmelerine önemli katkılarıyla tanınıyor. Eco yüksek lisans ve doktora çalışmalarını Thomasçılık akımı ve bu akımın estetik anlayışı üzerine yaptı. Ortaçağa olan ilgisi daha sonra Gülün Adı romanıyla edebiyat çalışmalarına da yansıdı. 1962'de Torino Üniversitesi'nde doçent, 1969'da ise Floransa Üniversitesi'nde görsel iletişim dalında profesör oldu. 1971'de Bologna Üniversitesi'ne geçti ve 1975 yılında bu üniversitenin Gösteri ve İletişim Bilimleri Enstitüsü'nün başına getirildi. Eco'nun çalışmaları 1960'ların ortasından itibaren avantgarde yapıtlara, kitle kültürüne yönelmiştir. Son dönemlerde ise, güncel olay ve olguları da ele alan çalışmalar yapmaktadır. Bu çalışmalar arasında edebiyat eleştirileri, tarih ve iletişim yazıları önemli bir yer tutmaktadır. Roland Barthes'dan sonra “ayrıntıların anlamı” ya da “ayrıntıların sosyolojisi” adı verilen bir anlayışın en önemli isimlerinden birisidir.ESERLERİAnlatı Ormanlarında Altı Gezinti, Foucault Sarkacı, Gülün Adı, Ortaçağ Estetiğinde Sanat ve Güzellik, Ortaçağı Düşlemek, Önceki Günün Adası, Somon Balığıyla Yolculuk, Yanlış Okumalar, Yorum ve Aşırı Yorum, Beş Ahlâk Yazısı

Dilbilimde Yapısalcılık

DİLCİLİKTE YAPISALCILIK (STRUKTURALİZM) AKIMI:
XX. yüzyılda ortaya çıkan çeşitli dilcilik akımlarının içerisinde yapısalcılık önemli bir yer tutar. Günümüzde yapısalcılık son derece yaygın olan bir akımdır.
XX. yüzyılın birinci yarısında çeşitli bilim alanlarında yapı incelemeleri önem kazandı. Yapısalcılık terimi yapı analizi görüşünden türemiştir. Bu akım 1920’li yıllarda psikoloji, estetik, sosyoloji, tarih ve edebiyat dallarında kendisini hissettirmeğe başladı.
Dilcilikte yapısalcılığın oluşmasının kendine özgü bir tarihi vardır. Dilcilikteki yapısalcılık akımı, Psikoloji ve “Genç gramerciler” akımlarına karşı ortaya çıkmıştır. Daha 1870 yılında Bodyen’de Kurtene kendisinin iki ünlü görüşüyle, Dilin sistematiği ve Fonem nazariyesiyle yapısalcılık akımının teşekkülünde önemli bir rol oynamıştır. 1879 yılında Saussure, dil olgularına yapı yönünden yaklaşılması gerektiğini göstermiştir. Onun 1916 yılında basılan “Genel Dil bilimi Dersleri” adlı eseri daha sonra ortaya çıkacak olan yapısalcılığın temelini oluşturmuştur. Yapısalcılık akımı daha önce ortaya çıkmasına rağmen yapısalcılık terimi dilciliğe 1939 yılında girmiştir. V.Brendal’ın makalesinde dilcilikte yapı anlayışı ile ilgili terimlere geniş yer verilmiştir. Dilcilikte Yapısalcılık akımına “Yapısal dil bilimi” de denir. Yapısalcılık, dilin biçimsiz bir yığın olmadığını, dilin ayrı ayrı katmanlardan oluşan bir yapıya sahip olduğunu gösterir ve bu yapının özelliklerini araştırır.
Yapısalcılık Akımına Bağlı Okullar
XX. yüzyılın, dokuz yüz yirmili yıllarında, dilcilik bilimi Saussure’un temel tezleriyle gelişti. Onun tezlerinin çoğu genel bir karakter taşımaktaydı. Bunlar, genel bir dil teorisi oluşturuyordu. Fakat bu tezlerde, karanlık kalan meseleler de vardı. Saussure’ün bazı tezlerinde ortaya çıkan kusurlar, onun görüşlerinin farklı yorumlanmasına ve dil biliminde farklı ilmî okulların ortaya çıkmasına sebep olmuştur.
Dilcilikte yapısalcılık akımının başlıca üç okulu vardır:
1. Prag Yapısalcılık Okulu
2. Kopenhag Yapısalcılık Okulu
3. Amerika Yapısalcılık Okulu
1. Prag Yapısalcılık Okulu: (Fonksiyonel Dilcilik)
Bu okul Saussure’ün fikirlerinin tesirinde kalan ünlü Çek dilci Vilem Mateziusun (1882-1945) tarafından kurulmuştur. V. Mateziusun 1926 yılında “Prag Dilcilik Derneği”ni kurmuş ve bununla da Prag okulunun temelini atmıştır. Bu derneğin etrafında esasında Slavyan ve German dilleri üzerinde çalışan bilginler toplanmışlardı. Çek bilginlerinden B. Gawranek, B.Trnka, Skaliçka, Y. Vahek, L. Novak ve diğerleri dış ülkelerde çalışan Rus dilcilerinden N.S. Trubetskoy, R.O. Yakobson, S.O. Kartsevskiy, Prag dilcilik derneğinin aktif temsilcileriydi.
Prag dilcilik okulunun üyeleri kendi eserlerini 1929 adıyla mecmua şeklinde yayınlamışlardır. Bu mecmuanın dünya dilciliğinin oluşmasında önemli bir yeri vardı.
“Eserler”in birinci cildinde Prag derneğinin tezleri neşredilmiştir. Bu tezler, Prag dilcilik okulu üyelerinin genel dilciliğe dair görüşlerini ve aynı zamanda bu okulun çalışma programını oluşturdu. ”Prag Dilcilik Derneği” 1935 yılından itibaren “Slovo a Hovesnast” adlı bir dergi çıkarmıştır. Bu dergi ve dernek birçok ülkenin dilcilerinin dikkatini çekmişti. Derneğin toplantılarında ve dergi sayfalarında Sovyetler Birliği, ABD, Fransa, İngiltere, Hollanda, Danimarka, Polonya ve diğer birçok ülkenin dilcileri bildiriler sunmuşlardır.
Prag dilcilik okulunun programının temelini “sistem” ve “fonksiyon” düşünceleri (kavramları) oluşturur. Prag dilcilerinin sistem düşüncesi, genç “grammatikler”in “atomizm” teorisine karşı geliştirilmişti. Onlar dilde birbirlerine bağlı ve birbirlerini tamamlayan çeşitli kategorilere ait sistemler olduğu fikrini savunuyorlardı.
Fonksiyon düşüncesi Prag okulu dilcilerinin düşünce sisteminin esasını teşkil ediyordu. Onlar dil bilimi analizine fonksiyonel açıdan yaklaşmayı uygun görüyorlardı. Dil olaylarını yaptıkları görev açısından tahlil etmek taraftarı olan Prag okulunun dilcilik görüşünü fonksiyon fikri belirliyordu. Fonksiyonalizm görüşü Prag dilcilik okulunu diğer dilcilik okullarından ayıran önemli bir özellikti. Prag dilcilik okulu daha çok fonksiyonoloji alanında çalışmalar yapmıştır. Fonoloji meseleleri N.S. Trubetskoy’un 1939 senesinde bastırdığı “Fonolojinin Esasları” adlı ünlü eserinde geniş ölçüde açıklanmıştır. Trubetskoy dil ile konuşma arasında farklılıklar bulunmasına dayanarak, konuşmaya has sesleri fonetiğin, dilin seslerini fonolojinin konusu olarak kabul ederek önemli bir ayırım yapmıştır. N.S. Trubetskoy eserinde yaklaşık olarak 200 dilin fonolojik karakterini belirtmiştir. N.S. Trubetskoy ve diğer dilciler araştırmalarında sesin bütün özelliklerini dikkate almış ve ayırıcı özelliklerinin üzerinde durmuşlardır. “Fonolojinin Esasları” adlı eserde Prag dilcileri fonoloji alanda ilmî çalışmaları tamamlamışlardır. Prag okullarının üyeleri dilciliğin diğer alanları ile de ilgilenmişlerdir. Gramer alanında araştırmalar yapmış, dillerin sınıflandırılması konusunda fikirler söylemiş, dil birliği problemini öne sürmüşlerdir.
Kopenhak Yapısal Okulu (Glossematik)
XX. yüzyılın 930’lu yıllarının başlarında Danimarka’da yapısalcılar, Kopenhak derneğini kurdular. Bu dernek 1931 senesinde Kopenhak yapısalcılarını bir araya getirmiştir.
Danimarka dilcilerinden Vigo Brondal (1887-1942), H. Uldal (1907-1957), Lui Yelmislev (2899-2965) Kopenhak dilcilik derneğinin kurucularıdır.
Kopenhak dilcileri ses bilimi (fonoloji) ve dilin yapısı meseleleri üzerinde çalışmışlardır. Onlar Prag okulu dilcilerin fonoloji teorisine karşı çıkmışlardır.
Kopenhak dilcileri kendi düşünce sistemlerine 1936 yılından itibaren “Glossematika” adını vermişlerdir. “Glossa” yunanca “dil” demektir. Glossematika geleneksel dilciliğe bir karşı çıkıştır.
Kopenhak derneğinin üyeleri kendi araştırmalarını yayımlamak için özel dergiler çıkarmışlardır. Onlar 1934 yılında “Bulletin du cercle Linguistigue de Copehnague”, 1939 yılında ise “Acta Linguictica” adlı dergi çıkarmışlar. Adı geçen sonuncu derginin çeşitli sayılarında glossematikanın en önemli meseleleri yer almıştır. 1939 yılında çıkan derginin ilk sayısında Vigo Brondal’ın “Yapısal Dil bilimi” makalesi yayımlanmıştır ve bu makale yapısalcılığın manifestosu sayılır. Burada yapısalcılık genel olarak ele alınmıştır. Dergide H. Uldal’ın “Glossematikanın Esasları” (1957), L. Yelmislev’in “Dil ve Konuşma (Söz)” (1942), “Dil biliminde Yapı Analizinin Yöntemleri” (1950-1951) makaleleri yayımlanmıştır.
Lui Yelmislev Kopenhak yapısalcılık okulunun ünlü simalarındandır. O, daha 1928 yılında bastırdığı “Genel Gramerin Prensipleri” adlı eserinde yapısalcılık teorisini açıklamıştır. Ünlü nazariyeci L.Mislev “lingustik Teorisinin Esasları” (1943) adlı tezinde glossematikanın prensipleri konusunu (teorisi) son şekline ulaştırmıştır.
L. Mislev Kopenhak Üniversitesi Felsefe Fakültesine bağlı Lingustik ve Fonetik enstitüsünün yöneticisi olarak çalıştığından mantık, özellikle de riyazi mantıkla ilgilenmiştir. Onu, matematik meseleleri de yakından ilgilendirmiştir. L. Mislev matematikle ilgilenen ilk dilcidir. O matematiksel metodları dilciliğe uygulamaya çalışmıştır.
Kopenhak dilcilik okulu evrensel bir dil bilimi teorisinin doğması için çok çalışmıştır. Bu problem glossematikte Saussur’un teorilerine dayandırılarak daha da geliştirilmiştir. Bu okul yapısalcılık tarihinde özel bir yere sahiptir ve dilciliğin gelişmesinde önemli rol oynamıştır.
Amerika Yapısalcılık Okulu (Deskriptif Dilcilik)
Amerika dilciliği XX. yüzyılın ilk yarısında çeşitli okulların, derneklerin ve düşüncelerin toplamı gibi görünüyordu. Deskriptivizm (Tasvircilik) bunların arasında en önde gelenlerindendi. Deskriptif dilcilik yapısalcılığın bir koludur. Bu dilcilik okulu, yapısalcılık prensiplerine dayanıyordu. Amerikalı deskriptivistler dilin gramer yapısına daha çok dikkat etmeleriyle diğer görüşlerden ayırıyorlardu. Onlara göre dilcilerin görevi dilin gerçeklerini, dil olaylarını kaydetmek ve tasvir etmekti. Dil olaylarına karşı bu yaklaşımları okulun İngilizce “to describe” (tasvir etmek)’ten gelen deskriptif adını almasına neden olmuştur. Deskriptivizm devrin sosyal-siyasi şartlarına bağlı olarak Amerika’da yaşayan yerli halkın (Kızılderililerin) dillerinin araştırılması ihtiyacı sonucunda oluşmuş ve ortaya çıkmıştır. Çok çeşitli olan Amerika Kızılderililerin dillerinin geniş tasviri sürecinde Amerika Yapısalcılık okulu şekillenmiştir. Bu okul 1933’ten 1957 yılına kadar çok hızlı bir ilerleme göstermiştir.
Frans Boas Amerikan yapısalcı okulunun kurucularındandır. (1858-1942) Amerikan dilcisi ve antropoloğu Boas, Almanya’da doğmuş, orada eğitim görmüş ve dilcilik ilmine yönelmiştir.
Amerika’da yaşayan ve yazı diline sahip olmayan Kızılderililerin dili F. Boas’ın dikkatini çekmiştir. O, Amerika Kızılderililerinin Dakot, Eskimos, Oneyda, Simsey ve diğerlerinin dillerini araştırarak kendi çabalarıyla öğrenmiştir. Bu halkların dilleri üzerinde ilmî araştırma yapmanın yanı sıra onların hayatı, âdet ve görenekleri ile de yakından ilgilenmiştir.
F. Boas, dilcilikte Hint-Avrupa dillerinin incelenmesi için belirlenmiş metodların Amerika Kızılderililerinin dillerinin öğrenilmesinde kullanmanın yararsız olduğunu göstermiştir. O, Kızılderililerin dillerinin incelenip, ortaya konulmasında yeni ve farklı metodlardan faydalanılması gerektiğini, yani dilin çeşitlerini (özelliklerini) ortaya koyan metotlardan yararlanılmasını öne sürmüştür.
F. Boas’ın teorik genel dil bilimiyle ilgili görüşleri onun “Amerika Kızılderililerinin Dillerine Dair Rehberlik” (1911-1922) adlı eserinde yer almaktadır. Burada deskriptif dilciliğin esas prensipleri de açıklanmıştır. F. Boas’ın ilmî usulleri Amerikan dilcileri E. Sapir ve L.Bloomfield tarafından iki ayrı yönde geliştirilerek devam ettirilmiştir.
Edward Sapir (1884-1939)
Dilci ve antropologtur. O, Avrupa, Asya ve Amerika kıtalarında yaşayan bir çok halkın dillerini biliyordu ve dil nazariyesinin problemleriyle uğraşıyordu. Onun ilmî faaliyetlerinde dilcilik ilminin meselelerini ortaya koymak, dillerin yeni tasnifini vermek, dil ve medeniyet ilişkisini belirtmek gibi meseleler önemli yer tutmuştur. Sapir, Kanada ve Meksika halklarının bir çoğunun dillerinin kuruluşunu öğrenmiş ve ortaya koymuştur.
Dil bilimi görüş ve yorumları onun “Dil” (121) adlı eserinde ve makalelerinde yer almaktadır. Amerika’da Yapısalcılığın gelişmesinde Sapir’in tesiri büyüktür. E. Sapir’in dille medeniyetin ilişkisi konusundaki görüşleri Amerika dilciliğinde dille medeniyetin, adet ve geleneğin münasebetini inceleyen “etnolingustik”in temelini oluşturmuştur. Sapir’in “etnolingustik” sahasındaki görüşlerini Benjamen Yorf (1897-1941) devam ettirmiştir. Sadece merak ettiği için bu konuda bilgi toplayan ve öğrenen Yorf 1930’lu yıllarda son derece derin ve güçlü fikirler öne sürmüştür. Dilcilikte Sapir, Yorf tahminleri çok meşhurdur.


Leonard Bloomfield (1887-1949)
Bloomfield, XX. yüzyıl Amerika dilcilik tarihinde Saussure kadar ünlü bir isimdir. Frans Boas’ın yolunda yürüyen Blomfield Şikago Üniversitesinde German filolojisi profesörsü olarak çalışmıştır. Bloomfield, 1933 yılında yayımlanan “language”, (“Dil”) adlı eseriyle meşhur olmuştur. O, bu eserinde dilciliğin görev, prensip ve metodlarını bilimsel bir şekilde açıklamıştır ve bu eser Amerika Üniversitelerinin kaynak el kitabı haline dönüşmüştür. Bloomfield, dili gramer yapısı bakımından her yönüyle açıklamıştır. Onun gramer nazariyesinde gramatikal yapı konusu önemli yer tutuyordu: O, dil bilgisinin temel kavramlarını açıklamak için de çok ciddi uğraş vermiştir. Sentaks sahasında da çok büyük başarılar elde etmiştir.
1936 yılında Bloomfield’in “Dil veya Düşünce” adlı makalesi yayımlanmış ve burada o, felsefî meselelerden söz etmiştir. Genel olarak Bloomfield’in dilciliğe dair görüşleri Amerikan yapısalcılığının gelişmesinde önemli rol oynamıştır ve bu görüşler öğrencileri Blok, Treycer, Hokkit, Herris, Glison ve diğerleri tarafından geliştirilmiştir.
1951’de Zelling Harris’in “Yapısal Dil bilimi Metotları” adlı eseri neşredilmiştir. Bu eser deskriptivizmin manifestosu sayılabilir.

Yapısalcılık Okulları Arasındaki İlişkiler
“Genç Gramerciler” dilin tarihi açıdan incelenmesine önem vermiştir. Oysa Yapısalcılık temsilcileri çağdaş dilin durumunu öğrenmeyi gerekli buluyorlardı.
Yapısalcılar dilin eş zamanlı planda öğrenilmesinin dilcilikte esas vazife olduğunu öne sürmüşlerdir.
Dilciliğin gelişmesi tarihinde yapısalcılık akımı içinde yer alan okullardan her birisinin kendine has bir yeri ve rolü olmuştur. Bunlardan Prag Yapısalcılık Okulu ses bilimi teorisi oluşturmakla, Kopenhak glossematikası dile bir gösterge bilimsel sistem olarak bakmakla, Amerika deskriptivizmi ise dilin gramatikal kuruluşunu (yapısının) birinci plana çıkarmakla dil bilimine hizmet etmiştir.

Antonie Meillet

. Antoine Meillet, (1866-1936)
XX. asır Fransa dilciliğinin başkanı olan Antoine Meillet, XIX.Asrın sonlarında ilmi araştırmalara başlamıştır. 1906 yılında Paris dilcilik akımının başkanı ve bu kurumun bülteninin redaktörü olmuştur.
Antoine Meillet, 24 kitabın ve 540 makalenin yazarıdır:
“Hint-Avrupa Dillerinin Mukayeseli Öğrenilmesine Giriş” (1903), “German Dilleri Gurubunun Esas Hususiyetleri“ (1925), ”Tarihi Dilcilikte Mukayeseli Metod”(1925), “Klasik Dillerin Mukayeseli Grameri” (1925) , “Latin Dilinin Tarihi Oçerki” (1928), “Umum Slavyan Dili” (1934) ve diğerleri onun önemli eserlerindendir.
Antoine Meillet’nin eserlerinin bibliyografyasından onun sadece Çağdaş Hint-Avrupa dilleri ile değil klasik dillerle de ilgilendiği anlaşılıyor. Antoine Meillet eserlerinde hemen hemen bütün Hint-Avrupa dillerine değinmiştir. Onun eserlerinde German ve Slovyan dilleri, Eski Yunan, eski Ermeni, Tohar, Latin ve sair diller geniş ölçüde araştırılmıştır. Dilcilik tarihinde Antoine Meillet Hint-Avrupa dillerinin mukayeseli grameri alanındaki araştırmalarıyla ünlüdür. Antoine Meillet’nin mukayeseli gramere dair görüşleri onun “Hint-Avrupa Dillerinin mukayeseli Öğrenilmesine Giriş” adlı büyük eserinde yer almıştır. O, mukayeseli tarihi gramer alanında Avrupa dilciliğinin en güzel geleneklerini devam ettirmiş ve geliştirmiştir.
Antoine Meillet, diyalektoloji ile de ilgilenmiştir. Onun eserlerinin bir kısmı Hint-Avrupa dilleri diyalektlerinin tetkikini içermektedir.
Antoine Meillet, dil bilimi araştırmalarının metod ve prensipleriyle özel olarak ilgilenmiştir. O, mukayeseli tarihi metodta kusurlar bulunduğunu söyler ve bu metodun geliştirilmesini teklif ederdi. Antoine Meillet mukayeseli tarihi metodun artık 19. asırdaki gibi uygulanmaması gerektiği görüşündeydi. Antoine Meillet, kendi görüşüne uygun olarak birçok dil olgusunu sosyolojik açıdan izah etmeye çalışmıştır. O, kelimelerin anlamlarının sosyolojik belirtilere göre değiştiğini gösterirdi. Onun fikrine göre bu veya şu kelime, geniş sosyolojik bir gruptan dar bir gruba geçtiğinde anlamı daralır. Aksine kelime dar sosyolojik gruptan geniş gruba geçtiğinde anlamı genişler.
Sosyologizm görüşü, Fransız dilciliğinde Antoine Meillet’nin çağdaşları; F.Brünu, M.Grammon, A.Doza, J.Maruzo, J.Vandriyes’in eserleriyle devam etmiştir. Bunlardan, J.Vandriyes’in faaliyetleri daha çok dikkat çeker.
J.Vandriyes, dilcilikte sosyologizm akımının en önemli simalarındandır. O, klasik diller dalında uzmanlaşmıştır. O’nun Kelt diline dair araştırmaları vardır. J.Vandriyes, genel dilcilik problemleriyle çok ilgilenmiş ve bu alanda bir çok ilmi bildiriler yayınlamıştır. onun “Dil” adlı eserinde dilciliğin önemli problemleri ele alınmıştır. Vandriyes, dili sosyolojik bir olay olarak görmüş ve dil olaylarının tahliline de bu açıdan yaklaşmıştır.

Bally

Şarl Balli: (Bally, 1865-1947), Cenevre Dilcilik Okulu’nun önde gelenlerindendir. O, her zaman hocası Saussure’ün görüşlerine sadık kalmıştır.
Ş. Balli, genellikle roman dillerini incelemiş, dramatik yapı ve uslüp konularında araştırma ve tahliller yapmıştır. “Fransız Üslup bilimi” (1909),” Dil ve hayat” (1913), “Umumi lingustik ve Fransız dilleri meseleleri” (1932) adlı eserler O’nun başlıca araştırmalarıdır. Bu eserlerde Ş. Balli, dil bilimine bağlı bir üslub teorisi kurmuştur. Bu teori, Ş. Balli’nin dilciliğe en büyük katkılarındandır.

A. Seşe

A.Seşe (Sechehaye): Saussure’un talebesidir. O, 1927 senesinde “Umumi lingustik Cenevre Okulu” adlı makalesiyle tanınmıştır. Adından da anlaşıldığı üzere makale Cenevre okulundan bahseder. A.Seşe, genelde söz dizimi ile ilgilenmiş, ilmî araştırmalarını daha çok bu konu üzerinde yapmıştır.

ferdinand de saussure

Kaynak: Prof. Dr. A. M. Gurbanov “Umumî Dilcilik”, Bakû, 1977.
Hazırlayan: Gülzade Jabbarova

XX. Asırda dil bilimi çeşitli akımlar (cereyanlar) şeklinde gelişmeye başlamıştır. Bu asırda yalnız Avrupa’da değil, dünyanın başka kıtalarında ve Amerika’da da dil bilimi süratli bir şekilde gelişmeye başlamış ve bu ülkelerde yeni akımlar ve bu akımlara bağlı dil okulları kurulmuştur. XX. yüzyılda gelişen önemli akımlardan birisi Yapısal sosyoloji akımıdır. Bu akımların ortaya çıkmasında ünlü İsviçreli dil bilimci, Ferdinand De Saussure’ün büyük etkisi olmuştur. Onun dil ile ilgili görüşleri bir çok akımların ve okulların temelini oluşturmuştur. Ferdinand De Saussure (1857-1913) XX. asır dilciliğinin en büyük simalarındandır. Cenevreli bir anneden dünyadan dünyaya gelen Saussure, çocukluğundan itibaren dil öğrenmeye ilgi göstermiş, Latinceyi Yunancayı öğrenmiştir.
Tahsil hayatına Cenevre Üniversitesi’nde başlamış ve Leypsig’te devam etmiştir. Burada okurken K.Brugman, K.Osthof, A.Leskin’den ders almıştır. 19-20 yaşlarında öğrenci iken ilmî araştırmalarla meşgul olmuş ve bu dönemde Hint-Avrupa dillerinin ünlü sesleri ile ilgili yazılarıyla, ortaya koyduğu fikirleriye hocalarını geride bırakmıştır.
1880 yılından itibaren Paris’te yaşayan Saussure, Paris Lingustik Kurumunda çalışmış ve 1884 yılından itibaren üniversitelerde tebliğlerini sunmuştur.
1891 yılında vatanı Cenevre’ye dönen Saussure, Cenevre Üniversitesi’nde Sanskritçe ve Hint-Avrupa dillerinin mukayeseli grameri sahalarında ilgi çekici tebliğler sunmuş ve aynı üniversitede dilcilik ana bilim dalına genel başkan seçilmiştir.
Saussure 1906-1912 yıllarında Cenevre Üniversitesi’nde “Genel Dil bilimi Kursları” derslerini anlatmıştır. Genel dil teorisine dair olan bu derslerde tutulan notları, ölümünden sonra talebeleri A. Seşe ve Ş. Balli 1916 yılında “Genel Dil bilimi Dersleri” adıyla kitap haline getirmişlerdir.
“Genel Dil bilimi Dersleri” yayınlandığı zamandan itibaren bilginlerin dikkatini çekmiş ve dilcilikte büyük bir olay olarak karşılanmıştır. Dilcilik ilminin temel niteliklerini ortaya koyduğu ve bu bilim dalının sınırlarını çizdiği için temel bir başvuru kitabı olmuştur. Saussure’e kadar dilcilerin bir çoğu dile mantık, psikoloji, fizyoloji bilimlerinin yöntemleriyle yaklaşıyorlardı. Bundan dolayı dil bilimi bağımsız bir bilim haline gelemiyordu.
Saussure dili sosyal bir olay olarak kabul eder ve şöyle der: “Dil biliminin tek ve asıl konusu dildir.” Ferdinand Saussure’nin dil bilimi alanına getirdiği fikirler, bu bilim dalının gelişmesini sağlamıştır.
Bunlardan bir kaçına değinelim;
1. İşaret “Gösterge” (Signe) Teorisi:
Ferdinand De Saussure, dili açıklarken işaret kavramından yola çıkar. O:”Dil işaretler sisteminden ibarettir” demiştir. Saussure’e göre bir dil işareti “kavram” ve “ses imajı”nın birleşmesinden doğar.
2. Sistem Olarak Dil:
Ferdinand Saussure’e göre dil, bir sistemdir. O, dilin karmaşık bir yapıya sahip olduğunu göstermiş ve onun bir sistem olarak kavranması gerektiğini söylemiştir. Saussure’ün dilin bir sistem olarak değerlendirilmesi gerektiği fikrini ileri sürmesi, onun XX. asır dilciliğine yaptığı en büyük katkı olarak değerlendirilmektedir.
3. Dil ve Konuşma İlişkileri: (Bildirişim)
Saussure, ikinci olarak dil bilimi alanında dil ve söz karşıtlığını ortaya koymuş, bu iki kavramın farklarını göstermiştir.

A. Söz ile dil arasındaki farklılıklar ,
Saussure, konuşmanın ferdi, dilin ise topluma ait olduğunu söylemiştir. Bu fikre göre dil bütünüyle bu veya başka bir kişide mevcut değildir. Dil bütün olarak o dili konuşanların konuşmalarının toplamından ibarettir.
B. Söz ile dilin ilişkisi,
Saussure’nin teorilerinde konuşma ile dil arasındaki farklılıkları gösterdiği gibi konuşma ile dil arasında sıkı bir ilişkinin bulunduğuna da dikkat çekmiştir. Ona göre dil ve konuşma iletişimin iki ayrı koludur. Bunlar, birbirleriyle sıkı bir birliktelik içindeler; biri diğeri için önemlidir. Dil için konuşma, konuşma için dil zaruridir. Saussure dile göre konuşmanın daha eski olduğu düşüncesindedir.
4. Sinkronizm ve Diakronizm:
Ferdinand De Saussure’e göre dil iki yönden araştırılabilir: Şu an bulunduğu durumuyla veya tarihi gelişimine göre. Bunlardan birincisine Eş zamancılık, ikincisine art zamancılık denir. Bu görüşe uygun olarak Saussure, dilciliği iki alana ayırır ve bunlarda eş zamanlı dilciliğe üstünlük verir. O, bu iki alanı birbirinden tam olarak ayırmamış; her iki alan arasında ilişki bulunduğunu göstermiştir.
5. (iç ve dış dil bilimi)
Saussure, dil bilimi iç ve dış olmak üzere ikiye ayırmış, bunlar arasına bir sınır çizmiş ve onların içerik ve görevlerini göstermiştir. Saussure’e göre iç dil bilimi, dilin yapısına ait olan meselelerle ilgilenmelidir. Dış dil bilimi ise dilin halkla olan çok yönlü ilişkilerinin tetkiki ile meşgul olmalıdır.
XX. Asır dilciliğinde bir çok akım ve okulların ortaya çıkmasında büyük rolü olan Saussure’ün dil bilimi görüşleri, bazı kusur ve zıtlıklardan da yoksun değildir.

Thursday, February 21, 2008

Franz Bopp ve HintAvrupa Dilleri

Avrupa ve Asya’da kimi bugün için ölü dil durumunda olan ve çeşitli benzer ve yakın özellikleri nedeniyle dilbilimcilerce ortak bir adla anılan dil ailesi. Hint-Avrupa dilleri 12 ana kol hâlinde ele alınabilir. 1) Eski Anadolu dilleri (Hitit, Luwi, Palya, Likya, Lidya dilleri), 2) Hint-İran dilleri (Hint: Veda Hintçesi, Sanskritçe, Pencabi, Bengali, Çingene, İran: İskitçe, Farsça, Afganca, Urduca, Kürtçe, Beluç dili, Os dili). 3) Toharca, 4) Ermenice, 5) Trak, Frig, Makedon dilleri, 6) Helen (Hellence), 7) İllir-Venet-Messap-Filistin, 8) Arnavutça, 9) İtalik-öncesi, Ligur, Sikul dilleri, 10) İtalik-Kelt dilleri (İtalik: Latince, Osk dili, Roman: İtalyanca, Sardca, Provansça, Fransızca, İspanyolca, Katalanca, Portekizce, Galisçe, Retoromanş, Dalmatça, Rumence; Kelt: Galca, İrlandaca, İskoç Galcesi, Breton dili), 11) Cermen (Gotça, İsveççe, Danca, Norveççe, İzlandaca, Frankça, İngilizce, Amerikanca, Felemenkçe, Flamanca, Frisçe, Almanca), 12) Baltık-Slâv dilleri (Baltık: Latça, Litvanca, İslâv: Rusça, Beyaz Rusça, Ukraynca, Bulgarca, Makedonca, Sırpça-Hırvatça, Slovence, Çekçe, Slovakça, Polca [Lehçe], Lehit). 19. yüzyılda Alman dilbilimcisi Franz Bopp (1791-1867), Hint-Avrupa dillerinin karşılaştırmalı grameri üzerinde yaptığı çalışmalarla bu dillerin akrabalığını kanıtlamaya çalıştı.

Franz Boas

Frans Boas Amerikan yapısalcı okulunun kurucularındandır. (1858-1942) Amerikan dilcisi ve antropoloğu Boas, Almanya’da doğmuş, orada eğitim görmüş ve dilcilik ilmine yönelmiştir.
Amerika’da yaşayan ve yazı diline sahip olmayan Kızılderililerin dili F. Boas’ın dikkatini çekmiştir. O, Amerika Kızılderililerinin Dakot, Eskimos, Oneyda, Simsey ve diğerlerinin dillerini araştırarak kendi çabalarıyla öğrenmiştir. Bu halkların dilleri üzerinde ilmî araştırma yapmanın yanı sıra onların hayatı, âdet ve görenekleri ile de yakından ilgilenmiştir.
F. Boas, dilcilikte Hint-Avrupa dillerinin incelenmesi için belirlenmiş metodların Amerika Kızılderililerinin dillerinin öğrenilmesinde kullanmanın yararsız olduğunu göstermiştir. O, Kızılderililerin dillerinin incelenip, ortaya konulmasında yeni ve farklı metodlardan faydalanılması gerektiğini, yani dilin çeşitlerini (özelliklerini) ortaya koyan metotlardan yararlanılmasını öne sürmüştür.
F. Boas’ın teorik genel dil bilimiyle ilgili görüşleri onun “Amerika Kızılderililerinin Dillerine Dair Rehberlik” (1911-1922) adlı eserinde yer almaktadır. Burada deskriptif dilciliğin esas prensipleri de açıklanmıştır. F. Boas’ın ilmî usulleri Amerikan dilcileri E. Sapir ve L.Bloomfield tarafından iki ayrı yönde geliştirilerek devam ettirilmiştir.

Leonard Bloomfield

Leonard Bloomfield (1887-1949)
Bloomfield, XX. yüzyıl Amerika dilcilik tarihinde Saussure kadar ünlü bir isimdir. Frans Boas’ın yolunda yürüyen Blomfield Şikago Üniversitesinde German filolojisi profesörsü olarak çalışmıştır. Bloomfield, 1933 yılında yayımlanan “language”, (“Dil”) adlı eseriyle meşhur olmuştur. O, bu eserinde dilciliğin görev, prensip ve metodlarını bilimsel bir şekilde açıklamıştır ve bu eser Amerika Üniversitelerinin kaynak el kitabı haline dönüşmüştür. Bloomfield, dili gramer yapısı bakımından her yönüyle açıklamıştır. Onun gramer nazariyesinde gramatikal yapı konusu önemli yer tutuyordu: O, dil bilgisinin temel kavramlarını açıklamak için de çok ciddi uğraş vermiştir. Sentaks sahasında da çok büyük başarılar elde etmiştir.
1936 yılında Bloomfield’in “Dil veya Düşünce” adlı makalesi yayımlanmış ve burada o, felsefî meselelerden söz etmiştir. Genel olarak Bloomfield’in dilciliğe dair görüşleri Amerikan yapısalcılığının gelişmesinde önemli rol oynamıştır ve bu görüşler öğrencileri Blok, Treycer, Hokkit, Herris, Glison ve diğerleri tarafından geliştirilmiştir.

Şemseddin Sami

Şemseddin Sami
Vikipedi, özgür ansiklopedi
(Şemsettin Sami sayfasından yönlendirildi)
Git ve: kullan, ara
Şemseddin Sami (Fraşeri), (1 Haziran 1850 Frashër (Arnavutluk) - 5 Haziran 1904 İstanbul), Arnavut asıllı Türk yazar, ansiklopedist ve sözlükçü. Türk harfleriyle yazılan ilk Türkçe roman olan Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat'ın (1872), ilk Türkçe ansiklopedi olan Kamus-ül Alam'ın (1889-1898) ve modern anlamdaki ilk geniş kapsamlı Türkçe sözlük olan Kamus-ı Türkî'nin (1901) yazarıdır. Ayrıca Kamus-ı Fransevî adlı Fransızca ve Kamus-ı Arabî adlı Arapça sözlükleri kaleme almıştır.
Ağabeyi Abdül Fraşeri ile birlikte, Latin ve Yunan harflerini kullanan ilk Arnavut alfabesini geliştirmiş (1879) ve Arnavutça bir gramer kitabı yazmıştır (1886). Kardeşi Naim Fraşeri, Arnavut milli şiirinin kurucusu olarak kabul edilir.
Konu başlıkları[gizle]
1 Yaşamı
2 Görüşleri
3 Arnavut Milliyetçiliği Meselesi
4 İlk Türkçe Roman Meselesi
5 Eserleri
6 Kaynakça
7 Weblink
//

Yaşamı [değiştir]
1850'de Güney Arnavutluk'ta Berat'a yakın Fraşer kasabasında doğdu. Tımar sahibi Fraşerî ailesinden Halit Bey’in beş oğlundan ikincisidir. Diğer iki oğul, Naim ve Abdül, Arnavutluk tarihinde önemli roller oynamışlardır.Galatasaray Spor Kulübü yöneticisi Ali Sami Yen'in babasıdır.
Ortaöğrenimini bugünkü Yunanistan sınırları içinde kalan Yanya'da ünlü Zosimea Lisesi'nde tamamladı. Eski ve yeni Yunanca, Fransızca ve İtalyanca'nın yanısıra Türkçe, Arapça ve Farsça öğrendi. Aile geleneği doğrultusunda Bektaşi tekkesine devam etti.
Bir süre Yanya Mektubi Kalemi'nde çalıştı. 1871'da İstanbul'a geldi. Matbuat Kalemi'nde memur olarak göreve başladı. Memurluk yaparken bir yandan da ilk telif eseri olan Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat adlı romanını 1872-1873 yıllarında forma forma yayınladı. Ebüzziya Tevfik'in çıkardığı Sirac ve Hadika gazetelerinde çalıştı. Vatan Yahut Silistre krizi esnasında bu gazete Yeni Osmanlılar lehine neşriyatta bulunduğu için kapatıldı. 1874'te Fransızca'dan çevirdiği İhtiyar Onbaşı adlı trajedisinin sahnede kazandığı başarı üzerine, Arnavut sorunlarını ele alan Besa adlı oyunu da Gedikpaşa Tiyatrosu'nda sahnelendi.
1874'te vilayet gazetesini yönetmek üzere Trablusgarp'a gitti. Dokuz ay orada kaldı. Bu görevinden önce bir İtalya seyahati yaptı. İstanbul'a döndükten sonra, 1876'da Mihran Efendi Nakkaşyan'la ile birlikte Sabah gazetesini yayımlamaya başladı. Bu gazete kısa zamanda büyük bir popülerlik kazanarak Türk basınında o zamana kadar görülmemiş bir tiraja kavuştu.
1877'de bir süre Rodos Valisi Sava Paşa'nın mühürdarlığı görevinde bulundu. Dönüşünde, daha önce Sabah'ta yazdığı "Şundan Bundan" başlıklı köşesini Tercüman-ı Şark gazetesinde sürdürdü. Bu sırada yoğun olarak Arnavut konularıyla ilgilendi. Bir yandan ağabeyi Abdül Fraşeri'nin önderliğindeki Arnavut İttihadı hareketini desteklerken, Arnavutluğun Osmanlı Devleti'nden ayrılmasını savunan görüşlere karşı çıktı.
1880'te Abdülhamit'in isteği üzerine saraya alınarak mabeynde kurulan Teftiş-i Askeri Komisyonu'nun kâtipliğine getirildi. Ölümüne kadar koruduğu bu görev, onun ekonomik rahatlığa kavuşarak kitapları üzerinde çalışmasına imkân sağladı. Bu yıllarda Daniel Defoe'dan Robenson Kruzo ve Victor Hugo'dan Sefiller romanlarını Türkçe'ye çevirdi. 1882-83 yıllarında, büyük eserlerinin ilki olan Fransızca-Türkçe Kamus-ı Fransevi'yi, 1885'te de bu eserin Türkçe-Fransızca kısmını yayınladı. Bu eserden dolayı II. Abdülhamit tarafından İftihar Madalyası tevcih olundu. 1889'dan itibaren tek başına yazdığı ve dokuz yılda altı cilt olarak yayımladığı Kamus-ül A'lâm adlı ansiklopediyle, Türkiye'nin en popüler yazarlarından biri haline geldi.
Kamus-ül Alam yayını daha tamamlanmadan, 1896-1897 arasında bir yıllık bir çalışmayla, bugüne dek hazırlanmış en kapsamlı Arapça-Türkçe lugat olan Kamus-ı Arabi adlı büyük sözlüğü fasıl fasıl çıkarmaya başladı. Ancak Firuzabadi Kamus'unun birbuçuk katı olacağı haber verilen bu eserin, ancak cim harfinin sonuna kadar olan 504 sayfalık kısmı yayımlandı.
1898'de gazetelerde Şemseddin Sami'nin Türkçe'nin ıslahı üzerine bir dizi makalesi çıktı. 1899'da modern ilkelere göre hazırlanmış ilk Türkçe-Türkçe sözlük olan Kamus-ı Türki'yi yazmaya başladı. 1901'de bu büyük eseri yayımladıktan sonra kendini tamamen Türk dili araştırmalarına verdi. 1902'de Kutadgu Bilik ve 1903'te Orhun Abideleri'nin izahlı çevirilerini hazırladı. Ortaçağ Kıpçakçası hakkındaki eserini bitiremeden 18 Haziran 1904'te Erenköy'deki evinde yaşamını yitirdi.

Görüşleri [değiştir]
Şemseddin Sami, modern Türk milliyetçiliğinin ilk ve bazı yönleriyle en ilginç biçimi olan Osmanlıcılığın en önemli temsilcilerinden biridir. Aslen Arnavut olduğu ve Arnavut sorunlarıyla yakından ilgilendiği halde, Osmanlı devletinin modernleşerek güçlenmesini savunmuş, bunun için imparatorluğun ortak dili olan Türkçe'nin önemini vurgulamıştır. Türkçe'yi incelemek, modernize etmek, geliştirmek ve öğretmek alanlarında, yalnız kendi çağında değil, tüm dönemlerde, Şemseddin Sami kadar emek vermiş kimse azdır.
Kamus-ı Türki, Osmanlı Türkçesini üç dilden oluşan bir karma sayan eski zihniyetten, bağımsız ve bütünlüklü bir dil olarak gören yeni anlayışa geçişte kilit bir merhaleyi temsil eder. Arapça ve Farsça kelimeler eski sözlüklerdeki gibi gelişigüzel aktarılmamış, güncel yazı dilinde kullanılma ve yaşayan bir unsur olma özelliklerine dikkat edilmiştir. Arapça ve Farsça sözcüklerin özgün anlamları değil, (geleneksel bakışta "bozuk" sayılsa da) güncel Türkçe kullanımdaki anlamları verilmiştir. Batı dillerinden alınan yeni kelimelere yer vermeye özen gösterilmiştir. En önemlisi, dilin bel kemiğini oluşturan "Türkçe" unsurunun yapısı ve etimolojisi üzerinde dikkatle durulmuştur. Şemseddin Sami, dilin sadeleşmesini ve Türkçeleşmesini savunmuş, bunun için gerekirse Türkçenin en eski kaynaklarına ve Doğu Türkçesine (Çağatayca) başvurulmasını önermiştir.

Arnavut Milliyetçiliği Meselesi [değiştir]
Modern Arnavut milliyetçiliğinin (Rilindja Kombëtare) manifestosu sayılan Arnavutluk Ne idi, Nedir, Ne Olacak başlıklı kitapçık, Arnavut ulusal geleneğinde Şemseddin Sami Bey'e atfedilir. Bu esere dayanarak Sami Frashëri, kardeşleri Naim ve Abdul ile birlikte, Arnavut ulusal düşüncesinin babası sayılır. (Bak. İngilizce Vikipedi Sami Frashëri maddesi.) Arnavutluk başkenti Tiran'ın ana meydanlarından birinde üç kardeşin anıtı bulunur.
Adı geçen kitapçık ilk kez 1899'da yazar adı olmaksızın Arnavutça, daha sonra Fransızca yayımlanmış, 1904'te Şemseddin Sami'nin ölümünden hemen sonra Sofya'da onun adıyla ve "Arnavutçadan harfiyen tercüme" olduğu kaydıyla Türkçe olarak basılmıştır. Türk tarihçileri genellikle bu eserin Şemseddin Sami'ye ait olduğunu kabul etmezler, ve olayı, Şemseddin Sami'nin ününü ve prestijini kullanarak Arnavut milliyetçiliğine itibar kazandırma çabası olarak değerlendirirler. Şemseddin Sami'nin özellikle son yıllarında Türklük ve Osmanlılık konularına gösterdiği yoğun ilgi göz önüne alınırsa, bu görüşte doğruluk payı olduğu düşünülebilir. Buna karşılık Arnavutça eserlerde, Arnavutluk manifestosunun Şemseddin Sami'ye aitliği konusunda en ufak bir kuşku dile getirilmemektedir.

İlk Türkçe Roman Meselesi [değiştir]
Şemseddin Sami'nin Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat adlı romanı 1872 Kasım'ından itibaren Hadika gazetesinde tefrika edildi; 1873 yazında tamamlandı. (Yeni harflerle basımı Sedid Yüksel, Ankara 1964.) Talat ile Fitnat'ın aşkını anlatan roman, Türk edebiyat tarihine ilişkin birçok eserde "İlk Türkçe Roman" olarak değerlendirilir. Ancak bu doğru değildir. Bugüne dek ortaya çıkarılmış olan ilk Türkçe roman, Vartan Paşa (Hovsep Vartanyan) tarafından Türkçe olarak yazılıp Ermeni harfleriyle basılan Akabi Hikayesi'dir. 1851'de yayımlanan bu romanı 1991'de Andreas Tietze modern transkripsiyonla yayımlamıştır. (Eren Kitabevi, İstanbul.) 1851-1872 arasında da çok sayıda Ermenice harfli Türkçe roman yayımlandığı anlaşılmaktadır.
Şemseddin Sami'nin eserinin Türkçe yazıyla ilk Türkçe telif roman olup olmadığı yeterince aydınlatılmış bir konu değildir. Ancak popülerlik kazanan ilk Türkçe roman olduğu muhakkaktır.

Eserleri [değiştir]
Roman
Taaşşuk-ı Talat ve Fitnat (1873)
Oyun
Besa yahut Ahde Vefa (1874)
Seydi Yahya (1875)
Gâve (1876)
Mezalim-i Endülüs (basılmadı)
Vicdan (basılmadı)
Çeviri
Florian, Galatée 1773
Dumanoir & d'Ennery, İhtiyar Onbaşı (1874)
Daniel Defoe, Robinson Crusoe
Victor Hugo, Sefiller (1880, son cildi eksik)
Ali bin Ebi Talib Efendimizin Eş'ar-ı Müntehabeleri (1900, Ali bin Ebu Talib'e atfedilen Divan'dan çeviriler)
Sözlük ve Ansiklopediler
Kamus-ı Fransevi (1882-1905, Fransızca-Türkçe sözlük)
Kamus-ı Fransevi (1885, Türkçe-Fransızca sözlük)
Küçük Kamus-ı Fransevi (1886, Fransızca-Türkçe sözlük)
Kamus-ül Âlam (6 cilt, 1889-1898, genel ansiklopedi)
Kamus-ı Arabi (1898, Arapça-Türkçe sözlük, tamamlanmadı)
Kamus-ı Türki (2 cilt, 1899-1900, tıpkıbasımları 1978, 1998)
Dilbilgisi Kitapları
Usul-i Tenkit ve Tertib (1886)
Nev'usul Sarf-ı Türki ((1891, modern Türkçe gramer)
Yeni Usul Elifba-yı Türki (1898)
Usul-i Cedid-i Kavaid-i Arabiye (1910, yeni usul Arapça ders kitabı)
Tatbikat-ı Arabiye (1911)
Ayrıca "Cep Kütüphanesi" dizisinde astronomi, jeoloji, antropoloji, İslam medeniyeti tarihi, kadınlar, mitoloji, dilbilim üzerine kitapçıklar yazdı. Letaif adlı iki ciltlik fıkra derlemesi, Emsal adlı dört ciltlik özlü sözler derlemesi, okullar için alfabe ve okuma kitapları yayınladı.
Ayrıca Arnavutça bazı eserleri ve Abetarja e Shkronjëtoreja adlı gramer kitabı vardır.

Kaynakça [değiştir]
Şemseddin Sami hakkında en derli toplu makale, Prof. Dr. Ömer Faruk Akün'ün Kamus-ı Türki tıpkıbasımına yazdığı önsözdür (Alfa Yay. İstanbul 1998). Bu makaledeki biyografik bilgiler Akün'ün yazısından aktarılmıştır.

Estonya yazınında Johannes Aavik

Estonya yazını
“Estonya dilinde bilinen ilk yapıt uzun süre, A.T.Hellen’in 1739’da yayımlanan Kutsal Kitap çevirisi olarak kaldı. Estonya yazın yaşamında gerçek bir patlama 19.yüzyılın başlarında gerçekleşti. Bu döneme damgasını vuran gelişme, ‘Estophile Hareketi’nin ortaya çıkışıydı.
Griedrich Neinhold Reutzwald (1803-1882) 1857-1861’de Kalevipoeg’in (Kalev’in Oğlu) ilk versiyonunu yayımladı. Sözlü gelenek anlatılarından esinlenen bir ulusal destan olan bu yapıt 20 şarkıya dağılmış 19.047 dizeden oluşur ve Leton yazınının kurucusu sayılır.
Ulusal Romantizm denen dönemi en iyi Lydia Koidula (1843-1886) simgeler. Ülkesinin şanı uğruna yazılmış şiirlerinden başka, Leton dilinde ilk tiyatro oyununu kaleme aldı. 19. yüzyıl sonları iki kişinin damgasını taşır: Juhan Liiv (1864-1913) ve özellikle de Eduard Vilde (1865-1933). Eduard Vilde, belli bir eleştirel gerçekçiliğin temsilcisi oldu. Almanya’ya yaptığı bir yolculuk dönüşünde iki roman yayımladı: 1896’da Külmale Maale (Soğuk Topraklara Doğru), iki yıl sonra da Raudsed Käed (Demir Eller). Ama başyapıtı, tartışmasız, köylüler ile sanatçıların yaşamını betimleyen romanesk bir üçlemenin ilk bölümüdür: 1902’de yayımlanan Mahtraz Soda (Mahtra Savaşı).
20.yüzyıl başlarının en önemli yazın olayı Noor Esti (Genç Estonya) hareketinin doğuşudur. Bu hareket çok açık ve yazın hareketlerine ve genel olarak Avrupa kültürlerine yakın olma eğilimindedir.
Şairler Gustav Suits (1883-1956) (Elu Tuli / Yaşam Ateşi, 1905 ve Tuulemaa / Rüzgar Ülkesi 1913), ile Villem Grünthal-Ridala Tuglas (1886-1917): Hunt (kurt, 1901), Felix Ormusson (1915), Väike Illimar (Küçük İllimar, 1937) ve dilde yenileştirmeci Johannes Aavik (1880-1937), her biri kendi türlerinde, hareketin simgeleri oldular. 1905 Devrimi ertesinde birçoğu sürgüne gitmek zorunda kaldı.
Bağımsızlık, Estonya yazın faaliyetinin itici gücü oldu. 1922’de Yazarlar Birliği kuruldu. Ertesi yıl aylık Looming dergisinin ilk sayısı çıktı; derginin düşünsel etkisi çok büyük oldu. Bu dönemde yazınsal üretim arttı ve zenginleşti. Anton Tamsaare’ın (1878-1940) başyapıtı olan beş ciltlik roman Tode Ja Oigus (Hakikat ve Adalet) 1926-1933 yılların arasında yayımlandı; bu, 19.yüzyılda ve 20 yüzyıl başlarındaki Estonya’da yaşam üstüne geniş bir freskti.Sovyet istilası büyük yazarların çoğunun sürgüne gitmesine yol açtı. Faaliyetlerini kendilerine kucak açan ülkelerde, özellikle de İsveç’te sürdürdüler.”
(Baltık Ülkeleri, Pascal Lorot)

BÜYÜK DİLBİLİMCİLER

BÜYÜK DİLBİLİMCİLER




v Karl Verner (1846-1896), Danimarkalı.
v Johannes Aavik (1880-1973), Estonyalı.
v Émile Benveniste (1902-1976), Fransız.
v Şemsettin Sami (1850-1904) Türk
v Leonard Bloomfield (1887-1949), Amerikalı.
v Franz Boas (1858-1942), Amerikalı.
v Franz Bopp (1791-1867), Alman.
v Michel Bréal (1832-1915), Fransız.
v Noam Chomsky (1928-...), Amerikalı.
v Marcel Cohen (1884-1974), Fransız.
v Antoine Culioli, Fransız.
v Oswald Ducrot (1930-...), Fransız
v Umberto Eco (1932-...), İtalyan.
v Pierre Fouché (1891-1967), Fransız.
v Joseph Greenberg (1914-2001), Amerikalı.
v Jacob Grimm (1785-1863), Alman.
v Reşit Rahmetî Arat (1900-1964), Türk
v Gustave Guillaume (1883-1960), Fransız.
v Claude Hagège (1936-...) Fransız.
v Péter Hajdu (1923-2002) Macar
v Michael Halliday, Avusturyalı.
v Charles Hockett (1914-20009), Amerikalı.
v Wilhelm von Humboldt (1767-1835), Alman asıllı Prusyalı.
v Roman Jakobson (1896-1982), Rus.
v Otto Jespersen (1860-1943), Danimarkalı.
v Sir William Jones (1746-1794), İngiliz.
v Sidney M. Lamb (1929-....), Amerikalı.
v Carl Richard Lepsius
v Michael Halliday, Avusturyalı.
v Samuel Ichiye Hayakawa (1906-1992), Amerikalı.
v André Martinet (1908-1999), Fransız.
v Ahmet Caferoğlu (1899-1975), Türk
v Clement Martyn Doke (1893-1980), Güney Afrikalı.
v Antoine Meillet (1866-1936), Fransız.
v Carl Meinhof (1857-1944), Alman.
v Paul Passy (1859-1940), Fransız.
v Holger Pedersen (1867-1953), Danimarkalı.
v Kenneth Pike (1912-2000), Amerikalı.
v Bernard Pottier, Fransız
v Edward Sapir (1884-1939), Ammerikalı.
v Ferdinand de Saussure (1857-1913), İsviçreli.
v Aurélien Sauvageot (1897-1988), Fransız.
v August Schleicher (1821-1868), Alman.
v Lucien Tesnière (1893-1954), Fransız.
v John Ronald Reuel Tolkien (1892-1973), Güney Afrikalı.
v Joseph Vendryes (1875-1960), Fransız.
v Diedrich Westermann (1875-1956), Alman.
v Benjamin Whorf (1897-1941), Amerikalı.
v Ludwik Lejzer Zamenhof (1859-1917), Polonyalı.
v Li Fang-kuei (1902-1987), Çinli.
v Wang Li (1900-1986), Çinli.
v Bernhard Karlgren (1889-1978), İsveçli.
v Jerzy Kurylowicz (1895-1979), Polonyalı

Austin John Langshaw

John Langshaw Austin (d. 1911 - 1960), insan düşüncesini gündelik dili incelemek suretiyle analiz etmeye çalışan İngiliz filozof.
"http://tr.wikipedia.org/wiki/John_Langshaw_Austin"'dan alındı

Tuesday, February 19, 2008

Dilbilimin kullanım alanları üzerine mülahazalar

Her bilimin birincil derecede sorunu onun uygulanabilir bir alana sahip olup olmaması sorunudur .Bu sorun her nekadar sadece çıkarcı bir uygulamaya tabii bir bilimsel anlayış olarak görülsede meselenin mahiyetinde bilimim sırf kendine ait verileri değilde bu verilerin bireysel yaşam ve toplumsal yaşamda ne ölçüde insan merkezli kullanılabildiği ilede alakalıdır.Kısa bir ifadeyle uygulanabilme imkanı olmayan bilim doğru ile yanlış arasında bir noktadadır sözünü kendimize mihenk taşı kabul ederek dilbilimin verileirni en etkin şekilde nasıl kullanabileceğimizi belirlememiz gerekmektedir.Bütün bilimsel alanların içeirsinde yer alan dilin dilbilim aracılığıyla nasıl daha etkin bir hale getirilebileceğini bu bilimdalına kendisini adayanların çabaları belirleyecektir.Wright Mills'in deyişiyle yeni doğacak bilimler ve bu bilimlerin oluşumundaki dilbilimin rolünü gözardıetmemiz gerekmektedir.